Hazım Sağıye
TT

Ya dolar ya da Hizbullah

Lübnan’ın durumuna ilişkin ortada dolaşan çok sayıda soru azalarak doğrudan ve açık tek bir soruya indirgendi. O da: Dolar mı yoksa Hizbullah mı?
Doları tercih edenler, ilk olarak bölgesel ve küresel güç dengesinden etkilenen ekonomist bir dil benimsemişlerdi.
Ardından acil ihtiyaçlar ve baskıcı zorlu yaşam koşulların diliyle konuşmaya başladılar: İnsanlar açlar ve aşağılanıyorlar.
Her halükarda bu iki dil de uluslararası bir dil çünkü İran dahil dünyanın tamamı dolar istiyor. Dünyanın tamamı açlıktan korkuyor ve onu engellemeye çalışıyor.
Hizbullah’ı tercih edenler ise, popülist ve suçlamacı bir dille doları tercih edenleri “dolar ajanları” ve “dolar köleleri” olarak niteliyorlar. Dolarcıların seviyesizliğini, dava ve kaderin kutsallığı ile kıyaslayan söylevler çekip kendisini mutlaka “Ayakta ölür ama diz çökmeyiz!” şeklinde ifadelerle bitiriyorlar.
Lübnan Merkez Bankası Başkanı Riyad Selame, Merkez Bankası ve bankaların işi de tam olarak budur. Yani bu sorunun üzerini örtmek ve kamufle etmektir. Bu saydıklarımızın suçlu olduklarına şüphe yok ama suçları, emri veren değil kendisini yerine getiren emir kulları olmaları.
Doğrusu Lübnanlılar daha önce bu soruyla hem de bu kadar keskin bir şekilde yüzleşmemişlerdi. Geçmişte hem dolara sahip olma hem de emperyalizmle mücadele ve benzeri şeylerle övünme lüksüne sahiplerdi. Bugün ise ikisini uzlaştırmaları neredeyse imkansız.
Bağımsız Lübnan’ın bu konuda karşı karşıya kaldığı ilk radikal dalga, ellili ve altmışlı yıllardaki Nasırcılık akımıydı. Bu sırada Lübnan, Arapların bankası ve Batılı şirketlerin Ortadoğu’daki merkezleriydi.
Nasırcılık, Lübnan’da da etki kazanmak için 1958 yılında kendisine birkaç silah ve tüfek göndermekle yetinmiş ama hiçbir zaman Lübnan ordusundan daha güçlü silahlı bir askeri organizasyona sahip olamamıştı.
Bu arada Mısır-ABD ilişkileri her şeye rağmen 1967’ye kadar kopmadan devam etmişti.
Nitekim, ABD Başkanı Eisenhower’ın başkanlığının son yılı (1959) Washington ve Kahire arasındaki “buğday diplomasisi” başladığı yıldı. İki başkent, Lübnan’da ordu komutanı Fuad Şahab’ı yönetimin başına getiren bir uzlaşıya varabilmişlerdi. John Kennedy döneminde ise iki ülke arasındaki ilişkiler epey düzeldi. Çünkü her iki taraf da komünizm ve Irak’ta Abdulkerim Kasım’a karşı mücadele etmek istiyordu. Mısır ile yapılan buğday anlaşmaları tercihli düzenlemelerle devam ederek 1960-1965 yılları arasında 904 milyon tona ve toplamda 731 milyon dolara ulaştı. Kahire bu bedeli sabit para birimi sağlamadan Mısır Cuneyhi ile ödedi. Yerel tüketiminin yarısını karşılayan ABD buğdayına bağımlı olması  Mısır’ın ABD karşıtı söylemin sürdürmesini engellemedi. Böylece, dolar ve emperyalizme direniş Lübnan’da birlikte, bir tür karşılıklı güven ile yan yana yaşabildi.
Filistin direnişinin temsil ettiği ikinci dalga Lübnan’a büyük miktarlarda para akmasını sağladı. Filistin direnişi, ABD’nin kendisini muhatap almasını çok istediği için Lübnan’da çok ileri gitmeyerek denklemlerini bozmamaya önem verdi. Ne zaman ki ileri gitti (1976’da) işte o zaman  Hafız Esed hayatı boyunca yaptığı tek yararlı işi yaptı ve Filistin direnişini bundan alıkoydu.
Ama tüm bunlardan önce, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 1975'te savaşın başlamasından sonra ABD vatandaşlarının Lübnan'dan tahliyesine katkıda bulunmuştu. Lübnan’da kalan ABD vatandaşlarına koruma sağlamıştı. Ali Hasan Selame ve diğerleri aracılığıyla CIA ile istihbarat paylaşımında bulunmuştu. Bu nedenle genel olarak Jimmy Carter dönemi (1976-1980) ABD ile FKÖ arasında olumlu ilişkiler dönemiydi. Öyle ki Carter’ın Dışişleri Bakanı Cyrus Vance, FKÖ’nün kendisine Cenevre Konferansına katılma yetkisi veren açıklamayı yayınladığında bunu aşırı bir coşkuyla karşılamıştı.
Lübnan’da Filistin direnişi ve dolar ikiz gibiydiler ve öyle de kaldılar. Fakat Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali ve FKÖ’nün kendisini desteklemesi ile örgüte akan doların miktarı gerilemeye ve onunla birlikte örgüt de gerilemeye başladı. “Gerici” Lübnan da (sosyalist olmadığı için sosyalist ve ilerici Arap rejimleri tarafından bu şekilde tanımlanırdı) kendisini bu “devrimci” denklemin dışında tutamadı.
Hizbullah ile yaşanan üçüncü radikal dalga 1989-2005 döneminde (Taif Anlaşması ile Refik Hariri suikastı arasındaki yıllarda) yaşanan ilk iki dalgaya benziyordu. Yeniden yapılanma ve direniş ikilisi dolar ile Hizbullah arasında bir uzlaşı sağlamıştı. Merhum Başbakan Refik Hariri’nin paranın büyüsüne güvenmesi kısmen de olsa ölümüne katkıda bulunan bir yanılsamaya inanmasına yol açtı: Lübnan’ı Suriye’nin Hong Kong’u yapmak.
2005 yılındaki suikasttan bu yana işler kademeli olarak dolar ile direniş arasındaki bağın çözülmesi yolunda ilerliyor.
Hizbullah’ın iki bölgesel sponsoru İran ve Suriye rejimlerinin ekonomik çöküşü ile de bu süreç doruk noktasına ulaştı. Bu çöküş nedeniyle İran rejiminin Lübnan’a gönderdiği doların miktarı azalırken Suriye rejimi ise Lübnan’ın elinde bulunan az miktardaki doları da almaya çalışıyor.
Bütün bunlara bir de Donald Trump faktörü ekleniyor. Eisenhower, Kennedy ve Carter geleneğini takip etmeyi reddeden Trump, dolara direniş kampının anladığı tek dil olduğunu düşündüğü askeri güç özelliği kazandırdı.  
Tahran, Suriye ve Hizbullah’taki düşmanlarının kullanmalarına izin verilmeyen bir araç haline getirdi.
İşte mutlak savaşın ilkesi budur. Trump da açık ve net olan bu ilkeyi uygulamakta.
Sonuçları bir yana, ki muhtemelen hepimiz için ıstıraplı olacak, Lübnanlılar modern tarihlerinde ilk kez yakıcı bir soru ile karşı karşıya kalabilirler: Yemek mi savaşmak mı?