Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

Yeni uluslararası düzen çift kutupluluğa mı yoksa çoğulculuğa mı açılıyor?

Yeni bir uluslararası düzende olduğumuzu söylemek, uluslararası toplumun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde miras aldığı eski sistemin artık var olmadığını ve yerini yeni bir sistemin aldığını önceden onayladığımız anlamına geliyor.
Bunu tartışmalı da olsa onayladığımızda ise şu soruyu sormalıyız: Bu yeni sistemdeki çift kutupluluk, 50 yıldan fazla bir süre uluslararası ilişkilere egemen olan çift kutupluluk (ABD - Sovyetler Birliği) ile aynı mı yoksa iki kutupluluğun bileşeninde bir değişiklik hasıl olup ABD’nin karşısında Rusya’nın yerini yükselen yeni bir dünya gücü olarak Çin Halk Cumhuriyeti mi aldı?
Uluslararası ilişkiler yolunun zirvesinde, kapitalist ve liberal ekonomik yönelimi ile Batı dünyasının, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar birkaç yüzyıl boyunca uluslararası ilişkilere egemen olduğunu, savaştan sonraki dönemde ise Marksist yönelimi ve ekonomisi ile Sovyetler Birliği’nin uluslararası ilişkiler sahnesine çıktığını fark etmek ilginç ve heyecan verici değil midir?
Keza daha sonra liberal olmayan ve devlet kapitalizmi adı verilen bir ekonomi modeli benimseyen Çin’in ABD karşısında yükselmesi ve her ikisinin (Sovyetler Birliği ve Çin) farklı ekonomik kalkınma ve siyasi sistem modeli sunmaları da. Peki, bunun ehemmiyeti ve açıklaması nedir?
Diğer bir deyişle, İkinci Dünya Savaşı öncesinde uluslararası sahneye egemen olan Avrupalı ülkelerin ortak noktalarının, birbirine yakın siyasi sistemler (İtalya ve Almanya’da Nazi ve faşist rejimlerin egemen olduğu dönem hariç) benimsemek olduğunu görürüz. Hal böyleyken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın, soğuk bir savaşta ve ABD ile Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu iki kutbun arasındaki ideolojik çatışmada farklı ve karşıt iki siyasi ve ekonomik rejim modeline tanık olmasının anlamı nedir?
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ABD, Avrupa’nın yeniden imarına yardımcı olmak ve Sovyetler Birliği yanlısı komünist partilerin, özellikle de Fransa ve İtalya’da, iktidara ulaşmalarının  önüne geçmek için Marshall Planı'nı devreye soktu. Batılı ülkeler de bununla eş zamanlı olarak iki dev arasındaki Soğuk Savaş bağlamında, serbest ekonomiyi benimseyen ülkelerin avantajlarını sergilemeye çalıştılar. Bu çerçevede, ekonomik olarak başarılı bir şekilde büyümeleri, komşu sosyalist modelin alternatifi kapitalist bir model olarak modernleşmeleri amacıyla Güney Kore, Tayvan, Tayland ve Singapur gibi Asya kaplanlarına cömert yardımlarda bulundular.
Şimdi, 21’inci yüzyılın başında çatışma, geçen yüzyılın ikinci yarısına egemen olan ideolojik çatışmadan Çin ile ABD arasındaki yeni soğuk savaştaki çıkarlar ve nüfuz çatışmasına evrildi. Yeni Soğuk Savaş ifadesi ile her birinin askeri çatışma dışında sahip olduğu tüm güç araçlarını kullandığı iki büyük güç arasındaki çatışmayı kastediyoruz.
Yeni Soğuk Savaş tanımını kullanmamızın bir diğer nedeni de bu yeni çatışma dönemini, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki çatışma döneminden ayırmaktır. Bu iki güç (ABD ve Sovyetler Birliği) arasındaki çatışma, altmışlı yıllardaki Küba krizi ile neredeyse açık bir askeri çatışmaya dönüşecekti. Ama neyse ki dönemin Sovyet lideri Kruşçev, ABD Başkanı Kennedy’nin ABD ulusal güvenliğine tehdit saydığı Küba’daki füzelerini geri çekmeyi kabul etti de bir nükleer savaşın eşiğinden dönüldü.
Bugün Çin, geniş bir pazar ve ekonomik güç, bölgesel çevresinde büyük bir askeri güç ve BM Güvenlik Konseyi daimi üyesidir.
1945 yılında Çin Cumhuriyeti olarak bilinen Çin, ekim ayında düzenlenen San Francisco Zirvesine katılarak BM’nin kurucu ülkeleri arasında yer aldı. Ne var ki, yaşanan iç savaştan sonra  (Milliyetçi) Çin Cumhuriyeti’nin (Tayvan) yanı sıra Çin Halk Cumhuriyeti de uluslararası sahnede yerini aldı.  ABD, komünist Çin Halk Cumhuriyeti’nin Güvenlik Konseyi’nde (Milliyetçi) Çin Cumhuriyeti’nin yerini almasına yıllarca karşı çıktı. Buna karşılık, Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri Fransa, İngiltere ve tabi ki Sovyetler Birliği, kendisini hemen tanıdılar. Bu temsil sorunu ancak Başkan Nixon’un döneminde çözülebildi.
ABD ile Çin arasındaki diplomatik ilişkilerin, yetmişli yıllarda geri dönmesi ile her iki ülke de bir tür birlikte yaşama modeli geliştirerek 50 yıl boyunca doğrudan çatışmadan kaçınmaya dikkat ettiler. Ne var ki, dünyanın iki büyük ekonomik gücü olarak aralarında var olan ekonomik rekabet daha sonra her birinin dünyanın bir numaralı gücü olmaya çalıştığı bir politik çatışma ile çıkar ve nüfuz çatışmasına dönüştü.
Washington ve Pekin arasındaki çatışma son olarak korona pandemisi ile yeniden gün yüzüne çıktı. ABD virüsün Çin’den ve tam olarak Vuhan kentinde bulunan bir laboratuardan çıktığını söyleyerek kendisini pandemiye neden olmakla suçladı. Başkan Trump, Çin’i salgın hakkındaki bilgileri saklayarak dünyayı yanıltmakla suçladı. Çin ise bu açıklamaları “mantıksız” olarak nitelendirdi. Karşı saldırıya geçerek, ABD yönetiminin koronavirüsünün ülkesinde hızla yayılması ile kötüleşen ve büyüyen iç krizinden kaçmak için Çin’i suçlamaya çalıştığını belirtti. Virüs taşıyan askerlerini Vuhan’a gönderen ABD’nin, Çin’de virüsün yayılmasının asıl sorumlusu olduğunu söyledi.
Çin ile ABD arasında korona salgınından kaynaklanan karşılıklı suçlamalar bununla sınırlı kalmadı. Başkan Trump, Dünya Sağlık Örgütü’nü tamamen Çin’in kontrolü altına girmek, bu nedenle onun tarafını tutup bilgileri gizlemesine göz yummakla suçladı. 29 Mayıs’ta ülkesinin Dünya Sağlık Örgütü ile ilişkisini sonlandırdığını açıkladı. Trump, Beyaz Saray’da düzenlenen basın toplantısında açıkladığı bu kararına gerekçe olarak şunu söyledi: “ Dünya Sağlık Örgütü gerekli ve zorunlu reformları gerçekleştirmeyi başaramadığı için bugün kendisi ile ilişkimizi sonlandırıyoruz. Kendisine gönderdiğimiz parayı dünyadaki diğer acil sağlık gereksinimlerine yönlendiriyoruz”. ABD, Dünya Sağlık Örgütü’nün bütçesini destekleyen en büyük ülkelerden biri sayılıyor.
İki ülke arasındaki çatışmanın bir diğer ekseni, ikisi arasındaki ticaret ile bağlantılı. Aralarındaki ticari rekabet, 2018 baharında benzeri görülmemiş bir ticaret savaşına dönüştü. ABD bu tarihten sonra, Çin'in fikri mülkiyet haklarını ihlal etmesine, Çin devletinin kendilerine kredi sağladığı ve desteklediği Çin şirketlerinin haksız rekabetine son vermeye karar verdi. Bu nedenle, iki ülke birbirlerine milyarlarca dolar olarak tahmin edilen yüksek gümrük vergileri uygulamaya başladı. Bu, her iki ülkedeki yatırımları ve aralarındaki ticaret akışını engelledi.  
Fransız Le Monde gazetesi, 23 Mayıs’taki sayısındaki başyazısında, Hong Kong’un ABD-Çin çatışmasının kurbanı haline geldiği yorumunu yapmıştı. İngiltere 1997 yılında Hong Kong’u Çin’e iade ettiğinde dünya, bunun Çin ile Batı arasında bir yakınlaşma sağlayacağı konusunda nispeten iyimserdi. Hong Kong’un bu yakınlaşmanın araçlarından biri olacağını düşünmüştü. Fakat bu anlaşmanın imzalanmasından çeyrek yüzyıl sonra iki farklı modelin birlikte yaşamasının ne kadar zor olduğu ortada. İmzalanan anlaşma “tek ülke iki rejim” ilkesine dayanıyordu. Ne var ki, Başkan Trump’a göre bugün bu ilke “tek ülke tek rejim”e dönüştü.
Trump bu açıklamayı, Çin’in “ihanet, ayrılık, ayaklanma ve sabotaj eylemlerini” yasaklayan Hong Kong ulusal güvenlik yasasının kabul etmesinin ardından yapmıştı.
Ulusal Güvenlik Yasası 28 Mayıs’ta Çin Ulusal Halk Kongresi’nde kabul edildi. Çin bu yasanın, ayrılıkçı eğilimler, komplolar, terör ve dış müdahaleler ile mücadeleyi amaçladığını belirtirken, Çin Başbakanı, yasanın uzun vadede Hong Kong’un istikrarı ve refahı için yararlı olacağı ve “tek ülke ve iki rejim” formülünün ulusal politika olmayı sürdüreceği açıklamasını yaptı. Böylece Çin, Hong Kong vatandaşlarının itirazlarına ve şiddetli protestolarına rağmen kendi bakış açısını dayatmış oldu.
İki ülke arasındaki sorun, Hong Kong meselesinin ABD-Çin çatışmasının merkezine yerleştirilmesi ile daha da büyüdü. ABD’nin koronavirüsü krizi ile etkili bir şekilde başa çıktığı için Tayvan’ı (Çin Cumhuriyeti) övmesi, Çin’in direktiflerine uyarak Tayvan’ın koronavirüs salgını ile ilgili erken uyarısını ihmal ettiği için Dünya Sağlık Örgütü’nü bir kez daha eleştirmesi Çin ile arasındaki gerginliğin kapsamını genişletti.
Oysa korona salgını küçük büyük ayrımı yapmadan tüm dünya ülkelerini tehdit ettiği için kendisine karşı mücadelenin uluslararası çok taraflı işbirliğini teşvik etmesi gerekiyordu.
Devam edecek…