Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Eşitlik, özgürlük ve düzen üzerine

Geçen hafta internette, düşünce söz konusu olduğunda özgürlüğün mutlak olması; fiil ve davranışlarda ise kanuni sınırların olması gerektiğiyle ilgili üç dakika sürmeyen kısa bir video yayınlandı. Bu videoya verilen tepkiler bana özgürlük gibi yüksek bir değerin bizim kültürümüzde hala garip olduğunu gösterdi. Bundan dolayı insanların kafalarını çevirip şöyle dediklerini görmen mümkün: “Fakat özgürlük belirsiz bir kavram. Sen özgürlük derken neyi kastediyorsun?”
Eşitlik, özgürlük ve düzen gibi yüksek değerlerle ilgili tartışmanın, hızlı bir şekilde iki açıdan birtakım vehmi çelişkileri de beraberinde getirdiğini fark ettim.
Bunlardan ilki, bu değerlerin Batılı yaşam tarzında uygulanmasıyla ilgilidir. Sanki itiraz eden kişi, eşitlik hakkında yapılan bir konuşmanın Avrupa yaşam tarzını taklit etmeyi amaçladığını düşünüyor gibi. Bu durum, bir kimlik kriziyle birlikte Müslümanlar ile Batı medeniyeti arasındaki ilişkideki krizi gündeme getiriyor.
Meselenin bir diğer açısı ise eğer eşitlik bu kadar güzel bir şeyse fıkhın neden genellikle bunun aksini söylemiş olduğu hususudur. Özgürlük güzel ve iyi bir şeyse neden bu değerlere yapılan çağrının sürekli Batıdan geldiğine tanık oluyoruz? Müslümanlar neden buna karşı çıkıyorlar?
Bu değerlerin önceden bilinmemesi ya da onlara karşı ilgisizliğimiz, bunların kusurlu olduğu anlamına gelmez. İnsanlar bunların yüksek değerler olduğunun farkında olmalarına rağmen yine de rahat değiller. Batıdan gelen bir çağrıyı kabul etmek onları rahatsız ediyor. Oysa böyle bir şeyin Müslümanların mirası içerisinden gelmesi de mümkündü.
Özgürlük ve eşitlik gibi değerler hakkında konuşmaktan rahatsız olmamızın sebebinin, değer sistemini kaybetmekle ilgili gizli bir korkudan kaynaklandığını düşünüyorum. Biz söz konusu değer sistemimizi, öteden beri iktidarın toplumdaki dağılımına dayandırmış durumdayız. Babalar, çocuklarına nispet edilen anneler, erkeklerin kadınlardan üstünlüğü vs. gibi durumlar. Ayrıca bu konum kültürel olarak çok sayıda ideolojik yönlendirmeyle desteklenmektedir. Zira yirminci yüzyılın son çeyreğinde ülkemizdeki eğitim ve kültür alanlarını eline alan akıl hocaları ve profesörler bu tür yönlendirmelerde bulunmaktan geri durmadılar. Bu yönlendirmeler, kasıtlı bir şekilde toplumdaki ataerkil sistemi güçlendirmeyi ve sanayi toplumlarıyla olan çelişkileri derinleştirmeyi amaçlamıştır. Bunun gerekçesi de İbn Haldun’un meşhur eseri Mukaddime’de söylediği gibi egemen uluslardan etkilenme korkusudur.
Özgürlük, eşitlik, adalet, insan hakları, merhamet ve düzen ve benzerleri gibi insan yaşamındaki yüksek değerlere ilişkin bilgilerimizi derinleştirmeye ihtiyacımız var. Bunun için söz konusu değerleri tartışma konusu haline getirebilmeliyiz. Ancak böylece onurlu bir insan yaşamının temellerine dair hatırı sayılır bir kavrayışa sahip olur ve gerek kendi toplumumuz içinde gerekse de diğer toplumlarla yapıcı ilişkiler kurarız. İnsanlığın süregelen seyrine yetişmekte daha fazla geç kalmamak için bu tartışmalara gerçekten ihtiyacımız var.