Hazım Sağıye
TT

Bize uygun olmayan Çin modeli

“Doğuya yönelmekten” bahsedilmeye başlandığından itibaren yeni bir mübalağalar ve abartılar yarışı başladı. Hatta İran taraftarı bir gazete birkaç gün önce “Çin Mars’a gitti” diye yazdı. Elbette, Arap siyasi düşünce ve tarihine baktığımızda bu tutku ve hayranlığı gerekçelendirecek şeyi bulmamız zor olacaktır. Bu durumda Çin taraftarlarının hayranlığına neden olarak, ABD’ye duyulan nefreti gösterebiliriz. Bu nefretin boyutunu tahmin etmek için bir anlığına, koronavirisünün ilk olarak Çin’de değil de ABD’de görüldüğünü bir hayal etmemiz yeterlidir. Böyle bir olay, Çin’in yeni hayranlarını, Kristof Kolomb’tan (Christopher Columbus) başlayıp Kızılderililerin başına gelenlerden geçerek günümüze kadar tarihi eşelemeye itmeye yeterdi.
İşte Çin’i daha gitmeden Mars’a gönderme istediği buradan kaynaklanmaktadır.
Dünyanın ikinci ekonomisi olan Çin’in, küresel ekonomide Asya'nın öne geçmesinde ve ağır basmasında belirleyici rol oynayan büyük kazanımlar elde ettiğine şüphe yok. Bu arada, bu kazanımlar, kapitalizm daha doğru bir ifadeyle piyasa kapitalizmi ile devlet kapitalizmine üstünlüğü lehine bir tanıklıktır.
Ancak asıl mesele bu değil. Mesele tam olarak bu kazanım ve başarıların, mümkünse bizde ve dünyanın geri kalanına hakim olmaya uygun bir Çin modeli olarak sunulmasıdır.
Bu maddi kazanımlar ile modelin uygunluğunu birbirine bağlama eğilimi yeni değildir. Eski Sovyetler Birliği rejimi ile ordu ve güvenlik temelli Arap rejimler arasındaki ortak noktalardan birinin de tam olarak bu olduğunu biliyoruz. Bu rejimlere göre ilerleme, barajlar inşa edip çiftçilere traktör dağıtarak gerçekleşecektir. Sovyet rejimi ile Arap milliyetçi rejimlerin desteklediği söyleme göre “kazanımlar” ve ilerleme bunlardır. Bu rejimlerin çok yükseklere çıkardıklar modelleri, vatandaşlara ilerleme ve refah sağlayacak tek model olarak sunuldu. Bu anlayışa dayanarak, 1957 yılında Sovyet lider Nikita Kruşçev, ülkesinin 20 yıl içinde ABD’yi geçip komünizmi inşa edeceğini deklare etmişti. Özellikle et, süt ve tereyağı üretiminde ABD’nin önüne geçilecekti. Kruşçev’in sürekli tekrarladığı gibi “Tarih bizimle” idi.
Tabii ki farklı türde malların olması gibi farklı ticaret modelleri de olabilirdi ama kavram (ilerleme) çok fark etmiyordu. Farklı refah ve gelişim anlayışlarının geçerliliği bir yana, bu bizi genel olarak iki ilerleme kavramı ile karşı karşıya bırakıyor: Özgürlük ve kültür olmadan hatta onların hesabına maddi kazanımlar etrafında dönen enstrümantal ilerleme ile insanların seçimlerine göre ve kendi çabaları ile refahlarını sağladıkları yasal ve insani ilerleme.
Doğrusu şu ki, Çin modeli ilerlemenin birinci kavramının başlıca örneğidir. Çünkü tek parti yönetimi altındadır ve azınlıklar ile farklı gruplara karşı bildiği tek yöntem, baskıdır. Müslüman Uygur Türklerinin durumu, Hong Kong’da yaşananlar, Tibetli Budistler bunun örneğidir. Çin yönetimi bu konuda hiç kimseyi aldatmadı. 1989 yılında Tiananmen Meydanı’nı kana buladığında Pekin, tek parti yönetimini koruyacağının, baskı ve muhalif sesleri susturma politikasını sürdüreceğinin altını çizmişti.
Çin ile ilgilenen birçok kişi zaten bu soruyu sormuştu: Böyle bir rejim ile (devletin gözetiminde de olsa) piyasa kapitalizmi arasındaki bu ikilem ne zamana kadar yaşayabilir? Bu soru, kimi zaman adeta gelecekten haber vermek şeklini aldığından, bazıları bu soruyu bir kenara bırakmayı seçtiler. Ancak, Çin’e komşu deneyimler, bizi Çin modelinin geleceği konusunda biraz ihtiyatlı olmaya itiyor. Sözgelimi Japonya’da, İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan “ekonomik mucize”, ABD Generali MacArthur’un hazırlanmasını sağladığı anayasanın belirlediği gibi parlamenter demokrasinin kabulü ile bağlantılıdır. Diğer Asya “kaplanları” ve “ejderhaları”nın ekonomik “mucizeleri” ise, daha sonra temsili demokrasiyi kabul eden askeri rejimlerle bağlantılı olarak doğdu.
Bu noktada, bizlere ABD ırkçılığını, George Floyd cinayetini, öncesini ve sonrasını hatırlatacak bir “Doğuya yönelme” heveslisi illaki olacaktır. Ancak unutmamalıyız ki ABD modeli, Martin Luther King’in sivil haklarını kutlarken George Floyd’un öldürülmesinden utanç duymaktadır. Her durumda, bu modelin tanımı en geniş ihtilaflara ve çeşitli görüşlere açıktır. Ne var ki, ABD devletinin özellikle de Donald Trump’ın başkanı olduğu bir dönemde herhangi bir tanım sunma riskini alırsa bilmelidir ki, bu hiç kimseyi bağlamayacak ve büyük olasılıkla aksini kabul etmeye sevk edecektir.
Sonuç olarak, Trump’a ya da herhangi bir ABD başkanına karşı olanlar, kulak verilen bir sese, önde gelen bir entelektüel veya akademisyene dönüşebilir. Çin’de Şi Cinping’e karşı çıkanları ise ya cezaevinde ya da akıl hastanesinde aramak gerekir. Hatta izleri tamamen kaybolmadan önce hemen aramaya girişmeniz tavsiye edilir.
Çin’in sunduğu model, önceliği özgürlük, bağımsız düşünebilme ve bireylerin bireyselliğini teyit etmek olan toplumların ihtiyacı olan model değildir. Çin ve “Doğuya yönelme” heveslilerine gelince, onların bu hamaseti sadece Çin modeline karşı çekincelerimizi ve ihtiyatımızı artırıyor. Beşşar Esed ya da Ayetullah Hamaney rejimleri taraftarlarının, bizi arkadaş olmamız gereken ülkelere yönlendirmeleri mantıklı mıdır?
Bunu açıklamak için “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünü biraz değiştirip şöyle söyleyebiliriz: “Bana kim olduğunu söyle sana kiminle arkadaş olman gerektiğini söyleyeyim.”