İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Lübnan’da ordu, bağımsız olmayı bekleyen bir vatanın nöbetçiliğini yapıyor

Bir devlet başkanının ülkesinin “Ordu Günü” vesilesi ile bir konuşma yapması doğaldır. Kaldı ki bahsettiğimiz devlet başkanı, eski bir asker hatta genelkurmay başkanıydı. Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın dün yaptığı konuşmada garip olan bu günde yapılmış olması değil, hiçbir somut bir şey sunmadan her şeye değinmiş olmasıdır. Lübnanlıların sorunlarını ele alan ve çözüm sunan gerçekçi bir anlatı olmamasıdır.
Cumhurbaşkanı, “büyük zorluklardan”, “şimdi ciddi ve gayretli çalışmanın zamanı olduğundan”, birkaç hafta önce Başbakanının “verdiği sözlerin yüzde 97’sini yerine getirdiğini” iddia ettiği “yeni hükümet”ten bahsetti.
Zorlukların büyük olduğu doğru ama Lübnanlılar, geçen yıl ekim ayında sokakların yükselen öfkesini soğurmak amacıyla bu kombinasyonun hangi koşullarda hazırlandığını çok iyi hatırlıyorlar. Sonrasında bu “devrim”le somutlaşan halk dalgasına nasıl hakim olunduğunu, halk öfkesinin nasıl saptırılıp Lübnan’da iktidarın dizginlerini ellerinde tutan “fiili güçlere” karşı olan iki siyasi ve ekonomik rakibe yöneltildiğini unutmadılar. Bu nedenle, Lübnan siyasetinin sırları hakkında bilgi sahibi olanlar, açıklanır açıklanmaz yeni oluşumu “Hizbullah hükümeti” olarak tanımlamaktan kaçınmadılar.
Cumhurbaşkanı Avn konuşmasında “Lübnan politikasının çelişkilerinin” ağır hareket etmeyi gerektirdiğini belirtti. Lübnan’ın bağımsızlığının tehdit altından olduğundan bahsetti. Ne var ki, Beyrut’ta “Kara Gömlekliler”in göstericilere yönelik saldırılarının ve onları yıldırma eylemlerinin başarılı olmasından bu yana Lübnanlıların temas ettikleri gerçek, “fiili güçlerin” de meşru Lübnan devletinden çok daha derin bir “derin devletleri” olduğudur.
Avn, “bağımsızlık” ile ilgili sözlerine “açık ya da gizli olsun vesayeti reddettiklerini” de ekledi. Bölge için hazırlanmış olan anlaşma ve planların Lübnan’a doğru ilerlediğine işaret etti. Doğrusu bu sözler ilginçti çünkü savunduğu hükümet oluşumu, kendisine bağlı sayılan siyasi gruptan başkasını ikna etmiyor. Bu grup ise Hizbullah, Emel Hareketi, Özgür Yurtsever Hareketi (Cumhurbaşkanının kurduğu ve halihazırda damadının lideri olduğu hareket), hepsi de saydığımız bu siyasi güçler ile Lübnan içinde Tahran-Şam ekseni vesayetine bağlı küçük örgütleri içeriyor.
Ekim devrimi başlangıçta iktidar sisteminin tamamına karşı çıkıyordu. Fakat harekete geçmesine katkıda bulunan “fiili güçler” Saad Hariri hükümeti istifa eder etmez planın ikinci aşamasına geçtiler. Yani kendilerine bağlı, politik ve güvenlik hegemonyasına karşı çıkan muhaliflerine, bankacılık sistemine, Lübnan’ın kültürel ve ekonomik kimliğine karşı iç savaşlarını yürütecek bir hükümet kurma aşamasına.
Avn’ın tabiriyle “Lübnan siyasetinin çelişkileri” bu dönemde “açık bir yüzleşme” hükümeti kurulmasına olanak tanımadığı için “bağımsızlar hükümeti” olarak tanımladığı bir hükümet kurulmasına karar verildi. Ne var ki, herkes bu hükümetin kesinlikle böyle olmadığını biliyor. İçinde yer alan “tek yönlü” gruplar arasında, her anlaşmazlık baş gösterdiğinde bunlardan birinin hemen bakanını çekmekle tehdit etmesi de bunun kanıtıdır.
Öte yandan, geçim-ekonomik krizin büyümesi, Kovid-19 salgını nedeniyle sağlık alanında durumun gittikçe kötüleşmesi, Müslüman ve Hristiyan liderlerin pozisyonlarını açıklamalarından sonra yükselen mezhepsel ve siyasi gerilim, Refik Hariri ve arkadaşları suikastı davasına bakan Uluslararası Mahkeme’nin kararının açıklanma günü (7 Ağustos) yaklaştıkça hızlanan geri sayım ortasında iktidarın mevcut sorunlardan geleceğe dair sözler vererek kaçma politikasının beyhudeliği gittikçe daha fazla açığa çıkmaktadır.
Mesele şu ki, Lübnan'daki otorite şu anda toplu boykotlar ile yaşamaya çalışıyor:
Bunların ilki, siyasi güçlerin kurucusu olduklarını dile getirmekten utandıkları, kendisini kuran güçlerin takipçilerinin ise televizyon ekranlarından alenen bakanları ile utanç verici ifadelerle kavga ettikleri bir hükümet oluşumuna karşı olan iç boykottur.   
İkincisi, Arap boykotudur. Arap ve Körfez liderlikleri, kimliğini, bağlantılarını, yerine getirmesi istenen rolün ne olduğunu çok iyi bildikleri bir hükümete karşılar. Bu nedenle, söz konusu hükümet ile her zamanki resmi kanallar aracılığıyla değil, cumhurbaşkanının gönderdiği güvenlik heyeti aracılığıyla temasa geçtiler. Körfez ülkelerine yönelik İran tehdidi yeni bir olgu değildir. Hizbullah hücrelerinin Körfez ülkelerinde özellikle de Kuveyt’teki faaliyetleri de söz konusu ülkelerin hükümetleri tarafından iyi bilinmektedir.
Üçüncüsü, uluslararası boykottur. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian’ın Beyrut’a düzenlediği son ziyaret bunun en açık ve net tezahürü olmuştur. Bilindiği gibi, 1920’den 1943 yılındaki bağımsızlığına kadar Lübnan’ın manda idaresi altında olduğu Avrupalı güç olduğu için Fransa ile Lübnan arasındaki ilişki her zaman özel olmuştur. Fransa her zaman Lübnan’ın Maşrık (Levant) bölgesinde özel bir yeri olduğunu düşünmüş ve bu nedenle bugüne kadar tüm Fransız cumhurbaşkanları ülkelerinin Lübnan ile istisnai bir dostluğa dayalı ilişkisini korumaya  çalışmışlardır. Paris, 1975-1990 arasındaki yıkıcı iç savaşın bitiminden bu yana, Lübnan’a destek olmak konusunda her zaman Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer almıştır. Kalkınma konusunda kendisine finansal yardım sağlamak için konferanslara ev sahipliği yapmıştır. Bunların  sonuncusu, Lübnan’ın yeniden imarı hedefiyle düzenlenen “CEDRE” Konferansıydı.
Fakat Fransa Dışişleri Bakanının son ziyareti, iktidara güvenmenin beyhudeliğini meydana çıkardı. Zira iktidar ne kendi kararlarını kendisi alıyor, ne de diyalog ve uluslararası işbirliğinin temellerinden anlıyor. Lübnan Başbakanının Fransız konuğu ile arasında geçen korkunç diyalog ve bu diyalogu sona erdirme şekli, Lübnan’ın az da olsa uluslararası güvenirliğe sahip bir ülke olarak görünme umutları için olabilecek en kötü sondu. Cumhurbaşkanının konuşmasına dönecek olursak, kendisi ayrıca “yargının bağımsızlığı”ndan ve yargıyı korumak, yolsuzlukla mücadelede görevini eksiksiz bir şekilde yerine getirmesine yardımcı olmak için “geçilmez bir duvar” olmaya hazır olduğunu da belirtti. Daha önce yargı atamalarını imzalamayı reddettiği için bu sözlerini de şaşkınlıkla karşılayan ve garipseyenler oldu.
Bunun yanında, bağlı olduğu ve onların da kendisine bağlı oldukları güçler sanki 15 yıldır iktidarın bir parçası değil, tek başına Lübnan hazinesine milyarlarca dolar borca mal olan enerji bakanlığı gibi hiçbir bakanlık görevi üstlenmemiş gibi “hatalı ekonomik politikalardan” ve “rantçı bir ekonomiden üretici bir ekonomiye dönüşmenin” öneminden bahsetti.
Özgür Yurtsever Hareket, destekçileri, Hizbullah içindeki müttefikleri, taş ocaklarına ruhsat vererek, bazıları çevre felaketlerine yol açan başarısız baraj projelerine imza atarak çevreye yönelik en büyük imha faaliyetine liderlik etmiyormuş gibi dağların ağaçlandırması projesinin temsil ettiği “çevre bağımsızlığı”ndan bahsetti. Nitekim bu başarısız projelerden biri olan Bisri Barajı, Cebel-i Lübnan’ın güneyi ile Cezzin bölgesini birbirinden ayıran temiz yeşil bir vadide, iki fay hattının kesiştiği bir bölgede inşa edileceği için en kötü ve tehlikeli deprem senaryolarına neden olma riski taşıyor.
Cumhurbaşkanı konuşmasında “gerçekleştirilen” bir bağımsızlıktan daha bahsetti, o da, mezhepçilikten bağımsızlaşmak. Bu sözlerin, hükümet atamalarını mezhepsel gerekçelerle engelleyen, en güçlü Hristiyan güç olduğu gerekçesi ile Hristiyanlara tahsis edilmiş atamalarda aslan payını ele geçiren, seçimlerde dini olduğunu gizlemeyen bir parti ile ittifak yapan bir siyasi partinin kurucusunun ağzından dökülmesi epey ilginçti.
Cumhurbaşkanının dünkü konuşması, maalesef, ordunun bağımsızlığını bekleyen bir vatanın nöbetçiliğini yaptığını doğruladı.