Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Lübnan başbakanlığının kalıntıları

Irak’taki Şii başbakanlık kurumu azim, sabır ve büyük bir cesaretle İran hegemonyasının pençesinden kurtuluyor. Bu savaşın sahiplerinin istediği gibi biteceğinin bir güvencesi yok ama samimiyet ve cesaretle denemiş olma şerefi onlara yeter.
Lübnan’daki Sünni başbakanlık kurumu ise benzer bir kararlılıkla bir İran kuklasına dönüşüyor. Kötüden de kötübir duruma düşüşünü sürdürüyor. Refik Hariri’yi “hiçliğe” atan şu veya bu isim olsun, önemli değil. İsimler birer ayrıntı, bir hiçtir. Sonuç, tam anlamıyla bir hayal gücü, inisiyatif, yetenek, motivasyon ve hazırlık yokluğudur. Bir yokluk!
Eski hükümetin adalet bakanı Charles Rizk’in Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi tüzüğünün her ayrıntısını, hükümet ile BM arasında kararlaştırılmadan önce milis gücü Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah ile görüştüğü sözleri gündemde yeterince ilgi uyandırmadı. Bu siyasi bomba, gereken etkiyi uyandırmadı. Uluslararası Mahkeme’nin Hizbullah’ın üst düzey  sorumlularından birini suçlu bulduğu ve Nasrallah’ın düştüğü bu tuzağı kendi eliyle kazımış olduğu doğru. Ancak eski bakan Rizk’in itirafı Lübnan’ın Hizbullah vesayeti altında nasıl yönetildiğine dair somut bir kanıt sundu. Bilhassa Nasrallah, hakkındaki her detayı tartışmışken Uluslararası Mahkeme’yi tanımadığını, kendisi ile her türlü ilişkiyi, kararlarını ve oradan gelen her şeyi reddettiğini söylediğinde devletlerinin ve siyasi sistemlerinin gerçekliğine karşı Lübnan halkının gözünü kör eden yalanların kapsamını ortaya çıkardı.
Kendisi üzümü yemekle yetindi. Kendisi için uygun olduğu ölçüde ve gücünün yettiği kadar müdahalelerde bulunarak mahkemeyi felç etti. Mahkemenin özellikle astlarının eylemlerinin sorumlusu olarak lideri suçlama ya da bir parti, örgüt veya hükümeti cezalandırma kapasitesini felce uğrattı. Böylece, sahada güç dengesindeki tehlikeli dengesizlik ışığında, bundan sonra mahkemeden gelecek her şeyi yutulabilir ve sindirilebilirdi.
O günlerde bu gerçekliği kabullenmek haklı görülebilirdi. Refik Hariri’nin öldürülmesindeki sorumluluğunu doğrulayan bir karar ile Hizbullah’ın devlet üzerindeki hakimiyetini kıracak koşulları hazırlamak için onun suyuna gidilmesi kabul edilebilirdi.
Ancak bugün Hizbullah’ın Lübnan başbakanını kendi şartlarına göre seçmesini kabul etmeyi haklı ne gösterebilir? Hiçbir şey. Elbette, derin bir iflas duygusu, siyasi eylemden kararlı bir vazgeçme ilanı ya da daha açık bir ifadeyle, temel siyasi güçlerin çoğunun Hizbullah’ın müttefikleri ile rakiplerini içeren “Hizbullah rejimi” yapısı içindeki pozisyonunu koruma çabası dışında.
Yapının tamamı, kimin temsil yetkisine sahip olduğunu ya da olmadığını artık umursamayan halkın büyük çoğunluğuna karşı kendisini savunuyor. Halk, tek bir amacı “Katillerin ve yolsuzların siyasi varlığını meşrulaştırmak” olan sahte bir makineye dönüşen Lübnan demokrasisi yalanında yaşamayı artık umursamıyor.
Bu genel karanlığın içinde tek bir umut ışığı var ki o da 100 yıl önce Büyük Lübnan’ın doğumuna öncülük eden Maruni Kilisesi’nden yayılıyor.
Henüz "Hizbullah rejimi"nin tamamı ile daha derin ve kapsamlı bir çatışmaya dönüşmese de Hizbullah’ın silahı ile stratejik çatışma bölgesine doğru yavaşça büyüyen ve genişleyen bir Hristiyan söylemi var.
Maruni Kilisesi’nin tarafsızlık söylemi, büyük ve bölgenin bütün yapı ve ülkelerinin işlevlerinde derin ve stratejik bir değişime tanık olduğunu anlayan, gören ve idrak eden neredeyse tek söylemdir. Bu değişim, Lübnanlıları, ülkelerinin nasıl bir role sahip olmasını istedikleri hakkında kendilerine daha derin ve karmaşık sorular sormaya, makul ve objektif bir şekilde, bu rolü oluşturan koşulların neler olduğuna karar vermeye itmektedir ya da itmelidir.
İlk olarak; Irak, Mısır ve Ürdün’ün ulusal devletlerin koşullarına ve anayasal meşruiyete uygun olarak ekonomik iş birliği, güvenlik istikrarı ve iyi komşuluk ilişkilerinin rasyonel yönetimine dayalı “Yeni Maşrık” sistemi inşa etme çabaları var. Lübnan bu büyük hareketin neresinde?
İkincisi; tüm bahisleri, kara ve deniz sınırları anlaşmazlıkları, bölgedeki politik ve ekonomik gerçeklik için taşıdığı tüm değişim potansiyeliyle Doğu Akdeniz Gaz Forumu (İsrail’in temel bir parçası olduğu) var. Bir kez daha, bir Akdeniz ülkesi olarak Lübnan bu büyük hareketin neresinde?  Başkentinin kendisini yaratan ve Akdeniz havzasındaki oluşumunun tarihsel bağlamının temel taşını oluşturan limanını kaybetmesi ışığında Lübnan nerede?
Üçüncüsü; ortada bir BAE-İsrail anlaşması ile diğer Arap ülkeleri ile İsrail arasında onu izleyecek anlaşmalar var. Bu anlaşmaların ışığında, bölgedeki yapıları ve ekonomilerini birbirine bağlayan ve böylece yalnızca yeni bir Maşrık değil yeni bir Ortadoğu’nun da önünü açacak mega altyapı projelerinden yeniden bahsedilmeye başlandı. Yine soruyoruz: Lübnan bütün bunların neresinde?
Sadece Lübnan'daki Maruni Kilisesi, bu siyasi ve ekonomik depremlerin büyüklüğünün, bölgedeki yapısal değişikliklerin farkında görünüyor. Lübnan’ın oynaması istenen rol ve meydana gelen değişimdeki konumu açısından tek başına, kendisini Hizbullah’ın silahına bağlayan bir söylem üretiyor.
En büyük korkum, Kilise’nin verdiği bu savaşın barış ve savaş kararı adı verilen çıtada durmasıdır. Diğer bir deyişle, Hizbullah’ın silahına karşı savaşın, silahın özü üzerine verilen bir  savaştan silahın kararına ilişkin teknik bir tartışmaya sapmasıdır.
Dikkatli olmak gerekiyor, çünkü krizin bu şekilde küçültülmesi, Hizbullah’ın herkesi içine çekmekten çekinmediği bir mantıktır. Ne de olsa bu mantık, kendisinin bir direniş örgütü olduğuna ve ülke içindeki ortaklarına bu sıfatla hitap ettiğine dair gerçekçi olmayan bir kabul anlamına geliyor. Her ne kadar direniş, yani İsrail ile savaşmak Hizbullah'ın eylemlerinde en az öneme sahip faaliyet haline gelmiş olsa da...
Hizbullah, Genel Sekreteri Nasrallah’ın itirafı ile bir direniş örgütü değildir. Nitekim Nasrallah son olarak Lübnanlılara, tıpkı ABD gibi kendi sorumluluğunun da bölgenin tüm cephelerine müdahale etmek olduğu müjdesini vermişti.
Açık ve samimi olalım; Lübnan’ın İsrail ile sorunları, Hizbullah’ın hesapları ve kararları İran tarafından alınan, sonuçları onun çıkarına olacak olası savaşlara hazırlık olarak geliştirdiği ve yığdığı cephaneye ihtiyaç duyulacak türden değildir.
Hizbullah, bu müdahaleci silahı ve kendisi ile bu konudaki tartışma, özellikle bu alana yoğunlaşmalıdır. Çünkü Lübnan’ın konumu ve rolü bu tartışmanın nihai sonuçlarına göre belirlenecektir. Lübnan, Maşrık, Akdeniz havzası ve Körfez'de gerçekleşen stratejik yeniden yapılanma anında bölgenin çıkarlarının bir parçası mı yoksa İran, Türkiye ve Katar ekseninde, bu yeniden yapılanmaya karşı bir saldırı aracı mı olacak?
Bu anlamda sorun, silahın kararı değil silahın kendisiyle mücadeledir. Kilise’nin takip etmesini umut ettiğimiz yol budur. Açıkçası cumhurbaşkanını doğrudan hedef almakla ile ilgili çekincelerini sürdürdükçe bunu yapamayacaktır.
Hizbullah rejimi güçlerine, yani müttefik ve rakiplerine gelince... Kurmaya hazırlandıkları “Velayet-i Fakih Tugayı” hükümetleri hayırlı olsun!