Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Biz ve çocuklarımız

Son dönemlerde gerek dost meclislerinde gerekse sosyal ortamlarda sıkça dillendirilen hususlardan biri de; çocukların istenilen şekilde yetişmedikleri, istenilen kişiliklere sahip olamadıklarıdır.
Yani ebeveynler çocuklarının kendileri gibi olmadıkları veya kendilerinin değerleriyle hayata bakmadıklarını ifade etmektedirler. Burada dikkat çekmek ve üzerinde durmak istenilen husus kuşak çatışması değildir.
Değerlerin, gelenek ve göreneklerin bir sonraki kuşağa aktarılmasında ve yaşanmasında var olan sıkıntılar dikkat çekmek daha çok üzerinde durulmak istenen meseledir.
Her yaş kuşağının kendine özgü özellikleri, düşünceleri, hassasiyetleri ve tercihleri olabileceği düşüncesini kabul etmekle birlikte şunu ifade etmek gerekir ki bir milleti ve toplumu var edecek ve sürekliliğini sağlayacak olan şeylerin başında geçmişle gelecek arasında kurulacak bağdır.
Gücünü derinlerdeki köklerinden alan ulu bir çınar gibi toplumlar da güçlerini geçmişlerinden ve köklü değerlerinden alarak geleceklerini inşa ederler. İşte bu nedenle eğitimciler ve ebeveynler hayati anlam taşıyan değerleri gelecek nesillere yani çocuklara gençlere öğretmekle yükümlüdür.
Asıl sorun da burada başlamaktadır. Yetişkinler bu değerleri aktardıklarını, öğrettiklerini fakat yeni neslin bunları yaşamadığını ifade etmektedir.
Durum gerçekten öyle midir? Kısmen evet. İstenilen düzeyde olmasa bile, öğretiliyor denilebilir. “Öğretiliyorsa o zaman sorun çocuklardadır” yargısının çok basit bir savunma şekli olarak kaldığını düşünüyorum.
Zira bir şeyin öğretilmesi terbiye ve örnek oluşturma için yeterli değildir. Bunun yeterli olmadığını bir adamın İbn Haldun’a sorduğu bir soruya karşılık verdiği cevaptan öğrenmek mümkündür.
Adam, İbn Haldun’a “Çocuklarımızı nasıl terbiye edelim?” diye sorar.
İbn Haldun şöyle der:
“Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın. Çünkü zaten size benzeyeceklerdir. Kendinizi terbiye edin yeter.”
Ahlaki ve milli değerlerin çocuklarda yaşamasını isteyen her anne-baba ve her eğitimci, kendisinin bu değerleri ne kadar yaşadığına ve bunları çocuğunun hayatı açısından ne kadar önemseyip gerekli gördüğüne bakmak zorundadır.
Zira kendi hayatında karşılığı olmayan bir şeyi -çocukları da olsa- başkalarının hayatında bir karşılığının olmasını bekleyenler, hayal kırıklığı yaşarlar.
Örneğin görevini ve sorumluluklarını düzgün bir şekilde yerine getiren temiz bir toplumun oluşmasını isteyen siyasetçilerin, öncelikle kendileri bu özellikleri taşımalıdır.
Çünkü ehliyet ve liyakatin değil de “birilerinin adamı” olmanın kol gezdiği bir ortamda gençlere “adaleti ve emaneti ehline verme” erdemini öğretemezsiniz. Bu nedenle olsa gerektir ki Kur’an söz ve eylem birliği üzerinde ısrarla durmuş, bunun gereğini yerine getirmeyenleri kınamıştır:
“Ey iman edenler! (Kendiniz yapmadığınız ve) Yapamayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Oysa yapmadığınız şeyi söylemeniz, Allah nazarında gerçekten pek ağır bir suç, çok çirkin bir davranıştır!” (Saff 61/2-3)
Anne-babalar ve çocukların yetiştirilmesinde ve eğitiminde rol oynayan herkes, söylediği ve çocuklardan sahip olmalarını istediği her şeyin kendisinde olup olmadığına bakmalıdır.
Yaşatmak için önce yaşamak gerekir. Çünkü çocuklar, öncelikle en yakınlarında bulunanlara bakarak öğrenir ve kişiliklerini buna göre şekillendirirler.
Hz. Peygamberden nakledilen ve fıtrat hadisi olarak bilinen şu rivayet bu hususu güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Her doğan, fıtrat üzere doğar, sonra anne-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar…”[1]
Hz. Peygamber, aileden başlayarak yakın çevrenin çocuğun inancı, eğitimi ve diğer hususlarda nasıl etkili olduğuna dikkatleri çekmektedir.
‘Suç çocuklarımızda mı bizde mi?’ sorusuna çok takılmadan var olan problemin çözüm yollarına odaklanmalıyız. Çocuklarımız birçok yönleriyle bizden faklıdırlar; bu farklılıklarına saygı duyarak sahip olmaları gereken ahlaki erdemleri onlara kazandırmanın yolları aranmalıdır.
Bunların başında inançta, amelde, ahlakta, adalette, ekonomide, siyasette kısacası hayatın her alanında onlara güzel örnekler sunmaktır. Onların sadece iyi okullara gitmeleri, çok para kazandıran meslek sahibi olmaları için değil, erdemli, özverili, fedakâr, sorumluluk bilincine sahip bireyler olsunlar diye çaba sarf etmek gerekir.
Gece gündüz şiddet sahnelerine maruz kalan, her gördüğü işte sahtekârlığa şahit olan birinden şiddet uzak durmasını veya sahtekârlık yapmamasını beklemek en hafifinden safdilliktir. İbn Haldun’u rahmetle anarak onun çağrısını yineleyelim:
“Kendimizi terbiye edelim yeter!”

[1] Buhârî, cenaiz: 93; kader: 3; İmam Malik, el-Muvatta’, cenâiz, h. no:52, s. 241