Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Körfez: Araplar, Acemler ve vatan

Bu konuya kalem ve kağıtla değil kelimelerden oluşan bir neşterle yaklaşılmalıdır çünkü bu sorun hakkında yazılanlar uyarlanıp yorumlandığında, bazıları bunları (yorumları) kastettiklerinden uzak yerlere çekebilirler. Büyük resim, Tahran’ın Arap bölgesini mecbur etmeye çalıştığı bir siyasi proje ile buna karşı bir direnişin olduğunu gösteriyor. Bu yeni değil. Keza, Tahran’ın bu projeyi konsolide etmek için eline geçen her aracı kullandığı da. Bahsi geçen araçların başında, bazı Arapları çeşitli sloganlar altında kendi tarafına çekerek kullanmak yer alıyor. Bu, anavatan hesabına da olsa Lübnan’da başarılı oldu. Yemen ve Irak’ta şu anda biraz tökezlerken, bazı Körfez ülkelerinde daha küçük ölçekte denemeler devam ediyor.
Körfez ülkelerinde Basra Körfezi’nin doğu kıyısından (İran sahilleri) gelenlere halk dilinde genellikle Acem denilir. Kelime, kimi zaman anlayış olarak olumsuz bir nitelik taşısa da herkesin bildiği gibi Arap olmayan ve Arapça konuşmayan kişi anlamına gelmektedir. Daha büyük resim ise, tarihsel olarak halkların hiçbir engel ile karşılaşmadan bir kıyıdan diğerine geçişi yaygın olduğu için her iki kıyısı ile Körfez toplumunun bir sınır toplumu olduğunu gösteriyor. Arada sınırlar yoktu ya da geçiş için belgeler gerekmiyordu. Geçmiş yüzyıllarda Arap kabileler birçok kez doğu kıyısına göç ettiler.  Sebep, çoğunlukla ekonomik ama bazısı da politik olan itici ve çekici faktörlerin bir karışımıydı. Orada yaşayan Araplar zamanla Farsça konuşmaya başladılar. Sonraki dönemlerde de batı kıyısından Arap ve Arap olmayan grupların doğu kıyısına göçü devam etti. Bunların bir kısmı Sünni diğerleri Şii idi. Fars unsuru arasında Sünnilerin de var olmasına şaşıranlar olabilir. Çoğu zaman, iki kıyı halkları büyük bir hoşgörü içinde yaşadı. Ancak, her iki tarafta da var olan bir azınlık, bilgisizlik, yani toplumsal tarihin doğru bir şekilde bilinmemesi, liderlerin çıkarları, hatta gerçek veya hayali rahatsızlık duyguları gibi faktörler aracılığıyla karşılıklı nefreti artırma eğiliminde oldu.
Modern tarihin bazı aşamalarında, milliyetçiliğin coşkusuna kapılan Sünni Araplar, diğer kesimlerin marjinalleşmesine yol açan baskılar uyguladılar. Arap ve Acem (halkın kullandığı anlamda) diğer mezhep mensupları arasında bir tür korku yaydılar. Diğer kesim de benzer ve karşıt bir tepki gösterdi. Bu, bazı seçkinlerin insan toplumunun dinamiklerine dair yetersiz anlayışlarının sonucuydu ve bir nefret atmosferi yarattı. Oysa sınırda yaşayan toplumlar genellikle kendi aralarında deneyimlerini ve çıkarlarını paylaşırlar. Bir kıyıdan diğerine çok sayıda sosyal ve kültürel formlar intikal eder ve bunların çoğu, yeni sosyal ilişkiler ağı içinde erir.
İran’da yaşayan Arap ve Fars unsurlarının göç nedenleri, sadece ekonomik değildi. Modern çağda, Şah Rıza’nın sosyal reformları sonrasında özellikle İran’a hâkim olan siyasi durumdan kaçmak gibi daha eski faktörler de ekonomi faktörüne eşlik etmiştir. Petrol keşfedilmeden önce, Körfez ülkelerindeki Şiiler ve Sünniler limanlarının zenginleşmesi için birlikte çalıştılar. Petrolün keşfedilmesinden sonra, aynı okullara ve üniversitelere gittiler. Çoğu kişinin ötekinin mezhebine ve ritüellerine bir itirazı yoktu. Aksine, Körfez ülkelerinin tanık olduğumuz kalkınmasına herkes katkıda bulundu.
Durumun olumsuz bir biçimde kötüleşmesinin sebepleri, bir yandan İran Devrimi’nin sloganları ve eylemleri, diğer yandan siyasal İslam adı verilen akıma bağlı siyasi hareketlere hakim olan Sünni taassup, siyasal çıkarlar için politik ve mezhepsel farklılıkları büyük ölçüde birbirine karıştırmaktır. Müslüman Kardeşler Örgütü, mezhepçi Şiiliğe karşı büyük bir düşmanlık taşımaz hatta tam aksine, birden fazla siyasi dönüm noktasında onunla ilişkilendirilirken, yerel (Körfez) siyasi İslam gruplarının, siyasi çıkarlar için bu anlaşmazlığı pekiştirmesi son derece ilginçtir.
Daha büyük resimde ise geçmiş ve modern tarih, siyasi çıkarlar için aynı dinin mezhepleri arasındaki ihtilafların pekiştirilmesiyle ilgili birçok örnek sunar. Hristiyanlık, bu konuda hem tarihi hem de modern bir örnektir. Avrupa’da Katolikler ve Protestanlar uzun yıllar birbirleriyle çatıştılar. Bu savaşlarda şehirler harap oldu ve çokça kan döküldü. Ancak bunlar geçmişte kalmadı. Bugün ABD gibi bir ülkede bile dini anlaşmazlığa tanık oluyoruz. Ne var ki bu kez anlaşmazlık beyazlar ve siyahlar arasında olduğu için mezhepçi olmaktan ziyade ırkçı bir görünümdedir. Siyah kilise, çoğunlukla siyahların özgürlüklerini ve (siyahların hayatı önemlidir) sloganını savunmayı üstlenirken, beyaz kilise genellikle beyaz ırkın üstünlüğünü savunuyor. Burada politika, mezhep ve mensuplarının çıkarlarını savunduklarını öne süren temsilcileri kullanarak sahne arkasından rolünü oynuyor.
Elbette, herhangi bir dinde insanların mezhepsel inançlarını değiştirmesini savunan veya isteyen aklı başında kimse yoktur. Onlar binlerce yıldır buradadır ve bir o kadar yıl da burada kalacaklardır. Tarihsel İslami kayıtlarda da din hukuku alanında farklı görüşler kabul edilmiş hatta memnuniyetle karşılanmıştır. (Ümmetimin ihtilâfı rahmettir) Dolayısıyla, özgürce ve açık fikirlilikle tartışılması gereken en derin anlaşmazlık “vatana duyulan siyasi sadakat” ya da “vatan dışındaki güçlere duyulan sadakat”tir. Bu sorunu çözümlememiz ve tahlil etmemiz gerekiyor ki yaşadığımız ve ulusal devletin ve bekasının önemli olduğu tarihin bu aşamasında bunun büyüsünü ortadan kaldırabilelim.
Her iki mezhep içinde de siyasal İslam’a mensup küçük bir azınlık, ulusal olmayan bir devlet (modeli) kurmaya can atıyorlar. İşte, ciddi ve açık biçimde tartışılması gereken budur. Bu azınlık sahnede çoğunluk gibi görünüyor ve mensubu olduğu mezhep içinde kendisi ile aynı görüşte olmayan diğer sesleri susturmaya çalışıyor. Sorunu daha da kökleştiren ve bulanıklaştıran ise kullanılan yanlış kavramlardır. Körfez’deki elitlerin en azından şu iki kavramı toplumsal zihniyette kökleştirmeleri gerekiyordu: Hükümet ile vatanı, muhalefet ile düşmanı birbirinden ayırmak. Hükümetin yanlış politikaları olabilir ama vatan her zaman haklıdır. Muhalifler ile düşmanlar arasında ayrım yapmamak kavramı da birinci kavram (vatan ile hükümeti birbirinden ayırmamak) gibi hala bulanıktır ve omuzlarında ağır siyasi klişeler taşımaktadır.
Muhalif bir kimse farklı bir görüşe sahip olabilir, bu nedenden ötürü mutlaka düşman olması gerekmiyor. Bu bizi, mağduriyet duygusuna hatta toplumdaki mağduriyet gerçekliğine götürüyor. Söz konusu mağduriyet, ulusal bir zeminde ve mezheplerin ötesine geçmeye çalışarak ortadan kaldırılmalıdır. Irk, mezhep, renk ve köken farklılıklarını bir kenara bırakıp kamusal faydaya ulaşmak için, korunması ve güvenliği ihmal edilmemesi gereken anavatan zemininde herkes el ele vermelidir. Aynı zamanda, adil ve eşit, yasaların, istisnasız herkes için geçerli olduğu bir toplum için çaba göstermek de herkesin sorumluluğudur. Ne var ki bu çağrıda bulunmak ve kendisini uygulamak, insanları bölmek ve kesimlere ayırmaktan, karşılıklı nefrete yol açmaktan daha zordur. Karşılıklı nefreti tesis etmek, vatan ve bütün vatandaşlar hesabına siyasi çıkarlar elde etmek için bu nefreti kullanmak daha kolaydır.
Son olarak; bilgisizlikten kaynaklanan nefret ve karşılıklı şüphelerden beslenen siyasi çıkarlar ikilisi, bir toplumda yayılır yayılmaz o toplum kamplara bölünür. Tehlikelere karşı direnci zayıflar. Devlet kırılganlaşır ve herkes kaybeder. Bunu görmek için etrafımıza bir bakmamız yeterli!