Hazım Sağıye
TT

Maşrık’ın gerileyişini tetikleyen an: Askeri darbeler!

Modern Maşrık’ın (Doğu Arap dünyasının) bugün dramatik bir şekilde dibe vuran  gerileyişini tetikleyen an hangisiydi?
Herkes farklı bir tarih ve hadiseyi başlangıç noktası olarak kabul ediyor. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
1948’deki Nekbe (Büyük Felaket/Siyonist işgalin devletleşmesi).
1967’deki Nekse (Toprak Kaybetme Günü/ Golan, Gazze ve Batı Şeria’nın işgali).
1908-1988 Irak-İran Savaşı,
1990-91 Kuveyt’in işgali ve kurtarılması,
2003’te ABD’nin Irak işgali.
Buna ek olarak, tabi ki bu başlangıcı 2010- 2011 Arap Devrimlerine ya da bu devrimlerin başarısız olmasına bağlayanlar da var.
Ancak, askeri darbenin bu gerilemeyi tetikleyen an olması, bütün bunlara göre daha büyük bir olasılıktır.
İlk darbe denemeleri; Irak’ta 1936’da Bekir Sıdkı’nın, Suriye’de 1949’da Hüsnü Zaim’in gerçekleştirdikleri darbelerdi.
Ancak, Arap dünyası dört dörtlük bir rejim kuran ilk darbeyle  1952’de Mısır’da Cemal Abdunnasır sayesinde tanışmıştır.
Ne var ki, daha sonra Irak ve Suriye’de Baasçıların yaptığı darbelerin ardından kurulan rejimler, durumu daha da kötüleştirdi.
Bunun nedeni, askeri darbelerin tarihe vurdukları kilittir.
Onlarla birlikte değişim imkansız hale geldi. Bireysel özgürlükler ve inisiyatifler, yakın uzak, hayali ya da gerçek yabancı bir düşmana karşı olmadıkları sürece yasaklandı.
Darbe rejimlerinin sloganları; Arap birliğini sağlamak, sosyalizmi tesis etmek ve Filistin’i kurtarmaktı.
Buna karşılık “halkın kurtuluşu” onları ilgilendirmiyordu. Elbette bunların hiçbirini gerçekleştirmediği hatırlatmamıza gerek yok.
Fakat askeri yenilgiler dahil bütün başarısızlıklarının, onları değiştirmenin önünü açmadığını hatırlatmamız gerekebilir.
İnsanlar onları değiştiremezken bu rejimlerin başarısızlıkları da artıyordu. Hafız Esed ve dönemi için kullanılan “ebedi” ifadesi, söz konusu rejime verilebilecek en iyi vasıftı.
Bu, Maşrık halkları olarak bizim, darbeler ve doğurdukları rejimlerden önce ideal bir dünyada yaşadığımız anlamına gelmiyor.
Dolayısıyla nostaljiye ve geçmişte kalmış bir altın devri övmeye gerek yok. Zira o dönemde de tarımsal mülkiyetin dağılımı son derece dengesizdi. Kamuya yolsuzluk hakimdi.
Politika, ileri gelenlerin tekelinde iken eğitim, üst sınıflara has bir imtiyazdı.
Bu nedenle 1948 yenilgisi ve İsrail’in kuruluşu, yoğun ve toplu bir hesap özeti oldu.
Bununla birlikte, darbeler de bir kurtarıcı ve çözüm değildi.
Darbelerden önce değişimin önünde bir engel yoktu. Partiler, sendikalar, bağımsız gazeteler vardı.
Suriye’de Halid el-Azm ve Nazım el-Kutsi, Irak’ta Kamil Çadırcı ve Fazıl Cemali, Mısır’da Mustafa Nahhas ve Mukrim Abid gibi politikacılar vardı. 1952’de Lübnan’da Cumhurbaşkanı Bişara Huri “Ak Devrim” ile devrilmişti.
Cemal Abdunnasır, “siyasi hayatın yolsuzluğu”na karşı mücadele, her şeyi askıya alan askeri darbeler meşrudur” fikrinin mucidiydi.
Soğuk Savaş ve devam eden Arap-İsrail çatışması da bu yöndeki eğilimlerin önünü açtı.
Washington, Londra ve Moskova, kendi lehine, karşı tarafın aleyhine olan darbeleri teşvik etmekten geri kalmadı.
Fakat asıl derin tahribata neden olan, iktidarı tekeline alma özlemiyle yanıp tutuşan, orduyu iktidarı devirmek ve yeni bir diktatörlük kurmanın aracı olarak gören, milliyetçilik ve Filistin davasında istediği gerekçeyi bulan grupların yol açtığı değişimi hızlandırma isteğiydi.
Böylelikle devletin ideolojisi, toplumun da ideolojisi oldu.
Buna karşı çıkanlar ya hain ya da ajandı. Halk, aralarında gizli veya açıktan şiddet ilişkileri kurduğu “düşmanlara” ve “dostlara” sahip oldu. İfade  ve toplanma özgürlüğünün askıya alınması ışığında, doğal iç bağlar ile mezhepsel ve etnik bağlar gittikçe geriledi.
Buna tabi ki iç savaş koşullarını körükleyen faktörler de eşlik etti.
Hiç hata yapmayan, doğan ve doğacak olanların mutlak babası olan bir lider figürü yaratıldı.
Avrupa'daki totaliter rejimlerin etkisi altında ve onlardan ders alarak kamusal yaşam millileştirildi ve tarihe vurulan kilit sağlamlaştırıldı.
Bu rejimlerin dış politikaları da iç politikalarından farklı değildi. Çok sayıdaki krizlerini, savaşlar ve seferberlikler aracılığıyla çevrelerine ihraç edip, Arap Birliği bayrağı altında Arap halkları arasında eşi görülmemiş miktarda düşmanlık tohumları ektiler.
Bunun örneklerini, Mısırlılar ile Suriyeliler, Mısırlılar ve Yemenliler, Suriyeliler ve Lübnanlılar, Suriyeliler ve Iraklılar, Kuveytliler ve Iraklılar arasında görebiliriz. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettiğinde, Körfez ile Maşrık bölgeleri arasında bir sakınma ve şüphe duvarı yükseldi. Bu duvardan bir karış yıkıldığı anda hemen bir metre yükseltiliyor.
Bu meseleyi ele almak ve kendisine dikkat çekmek yazmanın ve düşünmenin sağladığı bir lüks değil, kökenlerini anlayarak bugün Maşrık bölgesinde olup bitenleri daha iyi anlamak için bir ön şarttır.
Anlamak trajedilerden kaçınmamızı sağlamayabilir ama bizi, askeri darbelerin daha önce kullandığı, bu trajedilerin devam etmesi için bugün de taraftarlarının ve ortaya çıkardığı nesillerin kullanmaya çalıştıkları mitlere karşı bir nebze de olsa dayanıklı yapabilir.