Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

11 Eylül’ün uluslararası güvenlik yönü

11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kuleler’e yapılan terör saldırısı elbette tüm dünya için güvenlik açısından travmatikti. Maalesef Orta Doğu/Orta Dünya’da olunca kanıksanmış sayılan bombalı terör saldırılarının, Batı’da vuku bulunca travmatik ve tüm dünyayı harekete geçirecek şekilde algılanması rahatsız edici olsa da yüzlerce sivilin hayatını kaybettiği bu elim olay sırasında bunları düşünecek bir durum yoktu. Böyle bir durumda da zaten olmamalıydı. Zaten suç bireyseldir, suç işleyenindir. Yani Orta dünyayı sömüren Batı ülkelerinin bölgede yaptıkları katliamlar, hiçbir şekilde suçu olmayan masum sivil insanlara mâl edilemez.
Uluslararası ilişkiler disiplini ABD menşeili olduğu için ABD merkezci olmakla eleştirilir, hatta ABD dış politikasına göre şekillendiği de söylenir. Bu söylentiler de haksız değildir. Zira Soğuk Savaş sonrası güvenlik, dünyanın sonunun geldiği yani artık savaşların olmayacağı, “demokratik Batı Bloğu’nun tüm dünyayı demokrasi merkezi haline getireceği” lakırdılarıyla süslendi. Ama öyle olmadı, küreselleşme dayatmaları, suni demokrasi ihracı dünyayı daha istikrarsız bir yer haline getirirken, Bosna’da soykırım, Ruanda’a iç savaş, dünyanın çeşitli yerlerinde açlık krizlerine bağlı toplu ölümler yaşandı.
Soğuk Savaş’ın sonuna kadar uluslararası ilişkilerde güvenlik, realist/neo-realist teoriler üzerinden ele alınırken, devlet merkezli, askeri çözümlü ele alınırken Soğuk Savaş sonrası bireyin güvenliğinin de önemli olduğu şekilde ele alınmaya başladı. Çünkü Soğuk Savaş süreci boyunca ABD güvenlik konularını hep dışarıdan, Doğu Bloğu ülkelerinden gelecek tehditler üzerinden ele almaktaydı. Ancak Soğuk Savaş sona erince neo-con/yeni muhafazakarların küreselleşme politikaları farklı bir güvenlik anlayışı öngörüyordu ve güvenlik o şekilde ele alındı. Özellikle NATO, ABD ve İngiltere önceliğinde daha önce “müttefik” kabul edilen kişi, ülke ve gruplar birden “yeşil düşman” olarak kodlandı ve terörist damgası yapıştırıldı.
Batı-Doğu gerilimi ya da İslâm karşıtı güvenlik politikaları genellikle 11 Eylül’den sonra ortaya çıkmış, Batı bu güvenlik politikaları konusunda haklıymış gibi gösterilir ancak İslâm karşıtlığı tarihi olarak arka planı olsa da 11 Eylül’le değil, ondan çok daha önce 1990’larda ortaya çıkmıştır. Çünkü Batı’nın Soğuk Savaş sonrası “komünist tehlike” sona erince yeni bir güvenlik tehdidi oluşturma ihtiyacı doğmuştur. Bu güvenlik politikaları sayesinde hem iç siyasette hem dış politikada Batı merkezli politikaları istedikleri gibi yönlendirme imkânları oluşmuştur.
ABD ve Batı merkezli güvenlik politikaları 11 Eylül sonrasında hemen realist yöntemli bir tepki verme sürecine evrilince, BMGK’nın “insani müdahale, koruma sorumluluğu” yasaları ışık hızıyla terk edildi, Soğuk Savaş sonrası ABD öncülüğünde tüm dünyaya demokrasi götürme merakı terk edildi, birey güvenliği, demokrasi, insan hakları rafa kalktı. Terörizm bahanesiyle önce Afganistan’a sonra Irak’a savaş açıldı. Sonuç; binlerce masum sivil insan hayatını kaybetti, Orta Dünya uzun soluklu istikrarsızlığın içine itildi, dünyanın her yerindeki sivil Müslümanlar terörist muamelesi gördü, uçaklardan indirildi, sınır dışı edildi, gereksiz yere evleri basıldı, suçsuz yere hapsedildiler, en önemlisi ise terör grupları bu insanlık dışı, ayrımcı güvenlik politikaları nedeniyle moral destek buldu. Tabi terör bitmedi, daha geniş alanlara yayıldı, daha uzun sürdü.
Tüm dünyadaki Müslümanlar terörist olarak fişlenirken, bu durum sadece onların hayatını cehenneme çevirmedi. Batılı bireyler de sürekli terör ile korkutularak bir çeşit anksiyete/endişe içinde yaşamak zorunda bırakıldı.
Tüm bunlar olurken ABD, uluslararası ve ulusal güvenlik tehditlerini bahane ederek askeri güç ve etkinliğini arttırdı. Bütçesinin önemli bir kısmını askeri harcamalara ayırırken, dünyaya terör/güvenlik bahanesiyle sattığı silahlarla ekonomisini dinamik tutmanın yollarını aradı. Ancak 11 Eylül sonrası ortaya konulan güvenlik politikaları öyle hatalıydı ki ABD ekonomisi, demokratik imajı, toplum düzeni Orta Doğu kadar olmasa da çok ciddi yara aldı. Aynı şekilde ve hatta daha kötüsünü neredeyse dünyanın yarısı yaşadı, halen yaşıyor.

Tüm bunların ardından 11 Eylül’ün yıldönümünde ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, Taliban'ın Siyasi İşler Bürosu Başkanı Molla Birader ve beraberindeki Taliban heyeti ile görüştü. Görüşme ile ilgili açıklama yapan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Cale Brown, yıllardır süren savaşı sona erdirmek için başlayan müzakereleri "tarihi" olarak niteledi.
Şimdi filmi geri sararak bir kez daha düşünelim; eğer ABD, yanlış ve çıkara dayalı güvenlik politikalarını, neredeyse tüm dünyayı bir savaşa sokacak şekilde Amerikan kibri ile ortaya sürmeseydi, binlerce masum sivil hayatını kaybetmeyecekti, Irak zindanlarındaki kadınlar ve çocuklar tecavüze uğramayacaktı, Afgan çocuklar gözlerini, bacaklarını kaybetmeyecekti. Ama bunların hepsi yaşandı. Ve sonuçta bir kazanan olmadı, terör son bulmadı bir de üzerine Taliban ile görüşmeler yapıldı.
Bugün, tüm bu yaşananlardan sonra ABD, Taliban ile görüşüyor. Elbette 11 Eylül’ün ardından ABD’nin Taliban’la görüşmesi beklenemezdi. Ancak bir savaşı 19 yıl boyunca uzatmanın, ilerleyen süreçte İran’ı, Irak’a sokmanın bir gereği yoktu. Daha hukuka dayanan, insanlıktan bu denli çıkmayan güvenlik politikaları da uygulamaya konulabilirdi. Ama konulmadı. İşin aslı ABD’nin Taliban’la bu ilk görüşmesi değil ancak son dönemlerde bu görüşmeler daha “umut vaat eden” bir tonda yapılıyor.
Üzgünüm, Guantanamo’da adı bile anılmayan, “650 numaralı mahkum” diye kodlanan, hiçbir suçu olmadığı halde akıl almaz işkencelere maruz kalan Afiyet Sıddıki’yi, Afganistan’a kendilerine bir koltuk değneği atacak aracın peşinden koşan savaşın bacağını kopardığı çocukları, 11 Eylül’de sevdiklerini kaybeden insanları düşündükçe, “mesele ulusal güvenlikse insan hakları, binlerce insanın hayatı teferruattır, uluslararası ilişkilerde her şey olur” gibi insanlık dışı yorumlar yapamayacağım. ABD-Taliban görüşmelerine de zararın kârı yakıştırması yapamayacağım. Binlerce insanın ölümünden sorumlu olan ABD ve Taliban’ın, görüşmelerinin her anlamda halen çok kanlı olduğunu unutmamak gerektiğine inanıyorum, en azından hayatını kaybedenlere duyulması gereken saygı gereği.