İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Büyük Lübnan küçük Lübnanlar olma yolunda

İlerlemeci Sosyalist Partisi lideri Velid Canbolat, Twitter hesabından dikkat çekici, ancak Lübnan krizinin derinliğini ve boyutlarını yaşayanlar için şaşırtıcı olmayan bir paylaşımda bulundu: “Gerek eski Ulusal Pakt gerekse yeni geleneğin sahipleri hazinede para olmadığını, Beyrut Limanı’nın öldüğünü, tüm mezhepçi füze ve fırlatıcılarının hiçbir yönden Lübnan'ı korumayacağını er geç keşfedecekler. Allah Büyük Lübnan’a rahmet etsin demekten korkuyorum…”
Bu, şu anki haliyle hayatta kalmasını savunmanın bir tür saflığa dönüştüğü bir deneyimin kibar ve acı verici bir ölüm ilanıdır.
Birbirini izleyen lider nesiller aracılığıyla ailesi, Cebel-i Lübnan’ın kalbinden Lübnan kimliğini dokuma sürecine katılan ve bunun bir parçası olan Velid Canbolat ne dediğini tamamen biliyor. Ailesinin büyük güçler ve bölgesel vekilleriyle de ilişkileri olmuştu ve bunların aile için kimi zaman faydalı kimi zaman da trajik sonuçları oldu.
Örneğin, bir yandan Mehmet Ali Paşa yönetimindeki Mısır – arkasından Fransa’nın- diğer yanda Şam ve Akka’da Osmanlı valilerinin çelişkili çıkar ve menfaatlerinin bedelini Beşir Canbolat ödemişti. Yine,19.yüzyıldın ikinci yarısında “mutasarrıflık formülü” ile sonuçlanan Batı-Osmanlı ihtilafının, ardından da Doğu Akdeniz’deki Fransa-İngiltere rekabetinin ağır bedelini, Said Canbolat ödemişti. Daha sonra ailenin başına geçen Nazire Canbolat, 1920’den itibaren güç dengesinin bozulduğunu anlamış ve mümkün olan en az kayıpla Dürzi liderliğini korumuştu. Ne var ki, bağımsızlık ve Soğuk Savaş döneminde liderlik bayrağını ondan devralan oğlu ve Velid’in babası Kemal Canbolat’ı Arap milliyetçiliğine ve Filistin için mücadele etmeye olan inancı öldürdü. Kemal Canbolat, dünyanın büyükleri ile bölgesel müşterileri arasında “karanlık odalarda” yapılan anlaşmaları çok geç fark etti.
Dolayısıyla Velid Canbolat, 100 yıl önceki kuruluşundan itibaren din ve mezhepleri bir araya getiren ve onlara birlikte yaşayacakları bir atmosfer sunan Büyük Lübnan’ın ölümünü ilan ettiğinde bunu, ailesinin deneyimlerinin özüne, özümsenen derslere, hayal kırıklıklarına ve maliyetli politik bahislere dayanarak yapıyor.
Dahası, bugün bölgemizdeki unsurlar artık kendimizi uzun süredir ikna ettiğimiz anlamlara gelmiyorlar. Farklı bir gerçek, zorluklar, kimlikler, öncelikler ve hatıralar ile karşı karşıyayız.
Dün birisi sosyal medyada biraz kötü niyetle şu soruyu soruyordu: “Kim Hizbullah’tan daha çok nefret ediyor, Lübnan mı yoksa İsrail mi?” Verdiği yanıt daha da kötü niyetliydi: “Burada kaç kişiyi öldürdüğü ile orada kaç kişiyi öldürdüğünü hesaplayın, yanıtı bulursunuz”.
Tabii ki, ciddi siyasi tartışmalarda bu tür sözlere yer yoktur ama en yüksek resmi düzeyde yürütülen fiili tartışmalarda sarf edilen sözler de bundan çok farklı değil. Saf ve temiz birlikte yaşama gerçeği sona erdi ve yabancı planlarla bağlantılı olmak bir kusur sayılmaktan çıktı. Öte yandan, oynanan kötü niyetli mezhepçi kumarlar, Arap olmayan bölgesel planların tehlikesini görmezden gelen fırsatçı "ittifaklar" yarattı.   
Ayrıca, yerel ve bölgesel olarak sahip olunan aşırı güçten kaynaklanan kibir, tarafsızlık gibi talepler taşıyan bir ters tepkiye yol açtı. Oysa Lübnanlılar ”Tarafsızlık” sayfasının 1920’te kapandığını, bağımsızlık ve 1943’teki “Ulusal Pakt”ın da bunu stabilize ettiğini sanıyorlardı. Nitekim 1975-1990 Lübnan iç savaşından sonra imzalanan Taif Anlaşması ile söz konusu geleneksel stabilizasyon bir metne ve maddeye dönüştü. Nüfus sayımını durdurmak, iç ve dış değişkenlerden yararlanmanın yolunu kesmek için başkanlıkların ve diğer makamların paylaşılması diğer bir deyişle “kota sistemi kabul edildi.
Dahası, Taif Anlaşması çoğulculuğu ve birlikte yaşamanın korunmasını kabul eden iki temel anayasal maddeyi içeriyordu. Bu iki madde şunları öngörüyordu: Genişletilmiş bir ademi merkeziyetçi sistem ile mezheplerin eşit olduğu ve bir arada yaşamayı etkileyen önemli konularda kararlar alacak mezhepçi bir senato oluşturulması.
Tabii ki, bütün bunları anlatmamızın nedeni, Lübnan’ın yok olmak üzerine olduğuna dair bir uyarı olan mevcut ciddi krizdir.
Bu kriz, uluslararası bir açık müdahale gerektiren siyasi, ekonomik, güvenlik ve mezhepçi olmak üzere çok yönlüdür. 1920-1943 yılları arasında Lübnan’da manda yönetimi kuran Fransa bu müdahalenin sorumluluğunu üstlenirken, ABD de baskılar ve yaptırım tehditleri ile dolaylı bir şekilde müdahil oluyor.
Ancak şu ana kadar görünen, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un bizzat liderlik ettiği Fransız çabalarının istenen başarıyı elde edemediğidir.
Lübnanlıların çoğu sorunun temel nedenini ve güzelleştirici yaklaşımların bir işe yaramayacağını bilseler de iyimser olmayı tercih ettiler. Bilhassa ABD yönetimi ile arasında bir tür koordinasyon bulunurken Paris’in daha sert ve kararlı davranacağını umdular.
Yeni hükümeti kuracak başbakanın seçimi ile ilk engelin aşılmasını başka engeller ve manevralar takip etti. Ardından gerginliği tırmandırıcı pozisyonlar ortaya çıkmaya başladı. Bu pozisyonların sahibi olan Hizbullah, her zamanki gibi bunları Temsilciler Meclisi Başkanı Nebih Berri ya da Şii Müftü Ahmed Kablan gibi başka taraflar aracılığıyla değil de bizzat kendisi ortaya koymayı tercih etti
Fransa Cumhurbaşkanı’nın gözden kaçırdığı ya da kasten atladığı şey, çözümün başlangıcı ile sonunun, en azından 2005'ten beri Lübnan'ın tüm sorunlarının onun adı altında, gölgesinde ve bazen de koruması altında sınıflandığı anormal işgal durumuyla başa çıkmak olduğudur. Dolayısıyla, girişiminin Hizbullah’ı “tarafsız” hale getirmesi ve kendisini yönetimde temsil edilme hakkına sahip bir Lübnan siyasi "bileşeni" olarak görmesi, Hizbullah’ı halkın Beyrut Limanı felaketine yönelik öfkesini soğurduktan sonra tırmandırmaya geri dönmeye cesaretlendirdi.
Bu tırmandırma, birkaç gün önce yayınlanan ateşli bir bildiri şeklinde oldu. Bildiride Hizbullah, farklı siyasi güçlerin kabul etmiş olduğu siyasi partilerden bağımsız bir uzman hükümetini reddederek, partilerin hükümet içinde dini gruplarını temsil edecek bakanları seçmeleri konusunda ısrar etti. Keza Maliye Bakanlığının Şiilere ait olduğunda direterek bunun, siyasi “paktın” merkezinde yer alan bir mesele olduğunu belirtti.
Hizbullah’ın bu diktesinin dayandığı arka plan anlaşılır. Paris'in Washington'un İran'ın nükleer programına karşı tavrına karşı çıkmakta tereddüt etmediğini, ardından da İran'a yaptırımlar konusunda BM Güvenlik Konseyi'nde Washington'u desteklemeyi reddettiğini biliyor.
Öte yandan, Hizbullah – arkasında da İran liderliği- şimdiden kasım ayı başında gerçekleşecek ABD seçimlerine kadarki süre içinde taviz vermeyi reddederek manevralar yapıyorlar. İran yönetiminin bu seçimlerde İran  hatta tüm bölgenin dosyasını Tahran'ın Washington'daki "lobisine" devredecek Demokrat Parti adayının zaferine bahis oynadığı biliniyor.
Bu durum ve hegemonyaya dayalı bu "siyasal kültür" ışığında, "merkezi devlet" biçimi artık geçerliliğini kaybetti.
Bu nedenle, nihai ve tam bölünmeyi önlemek, Lübnan'ı bilinmeyenden kurtarmak için tek alternatif,  “genişletilmiş ademi merkeziyetçilik" ya da “federasyon” formülü olabilir.
Lübnan'ın daimi sayısalcılık tehdidi, tek seçim bölgesi yasası önerisi, silah tekeli, işbirlikçiler ve farklı araçlarla dini gruplara sızma ve tuzaklar kurarak zayıflatma politikaları ile yaşaması artık mümkün değil.
Lübnan'dan çıkarılacak ders, kısaca, kibirli gücün çoğulculuğa dayalı yapıları öldürdüğüdür.
Totaliter partilerin demokrasinden hoşlanmadıkları, kendisini uygulamakta iyi olmadıkları ve onu istemedikleridir.