Hazım Sağıye
TT

Bir dış gücün diğerinden daha iyi olmasına dair

Lübnan krizinin belirgin unsurlardan biri, her kritik olayda kendini gösteriyor. Bahsi geçen unsur; dışarının rolüdür. Karşı çıkma ekseninden olanlar, kendi anlatılarına göre bu rolü şu şekilde izah ediyorlar: “ABD ve Fransa Lübnan’a müdahale ediyor, sömürgeci değilse de en azından vesayetçi (manda) bir rol oynuyorlar.” Bunu söylemelerinin nedeni, bugün sömürgecilik dönemi sona ermiş ve tarihte kalmış olsa da adının anılmasının bile insanları korkutmaya ve “Allah korusun” çığlıklarının yükselmesi için yeterli olmasıdır.
Bu eleştirinin sahipleri, İran’ın rolü söz konusu olunca bunu dış müdahale olarak görmüyorlar. Aynı şekilde, Lübnan’dan bir taş atımı uzaklıktaki Suriye’de Rusya’nın somutlaştırdığı bir diğer dış müdahale ve rolü de dikkatlerini çekmiyor. Nitekim bu rolün neden olduğu sonuçlarından biri de Halep gibi bir şehrin restorasyonuydu!
Öyleyse “dışarının rolü” hakkındaki eleştirilerin, kim söylemiş olursa olsun bir dış söylemin yani güvenilir olmayan bir söylemin ötesine geçmediği söylenebilir. Vatansever şarkıların ve bazı siyasi literatürlerin bu rolü kınadığı, teşhir ettiği, ona karşı ulusal onuru seferber eden ifadeler kullandığı doğru. Keza her ülke için en ideal durumun, nereden gelirse gelsin hiçbir dış müdahaleye maruz kalmamak olduğu da doğru. Ancak herkesin, kutsanmış vatanseverlik dışında, eşit ölçüde dışarıya güvendiği de bir gerçektir.
Gerçek şu ki, küçük devletler isteseler de bunun aksini yapamazlar. Hal böyleyken, hem küçük hem de grupları arasındaki fikir birliği zayıf ya da hiç olmayan, siyasi partilerinin ülke içerisini tanımlarken bile farklı tanımlar kullandıkları bir ülkede bunun aksi nasıl gerçekleşebilir?
Mevcut küreselleşme çağının devletlerin bazı işlevlerini ortadan kaldırdığını düşünenlere gelince, hükmen ve bu koşullar altında kaçınılmaz olarak dışarının rollerinin büyümesine yol açan da budur. Diktatörlük, iç savaşlar veya her türden büyük kriz durumlarında, dış müdahale talebinin kaçınılmaz bir sonuç haline geldiğini biliyoruz. Dış müdahaleyi reddetmek için ulusal egemenliği bir gerekçe olarak kullanmaya gelince, bunun tek sonucu her şeyin olduğu gibi kalmasıdır. Diğer bir deyişle savaşların ya da diktatörlüğün devam etmesidir.
Dolayısıyla vatansever söylemler ve hamasetten uzakta gerçekte tartışılan özellikle dışarının rolünden ziyade; hangi rol ve hangi dışarısıdır. Lübnan’da her dış gücün bir popülaritesi olduğunu ve bunları destekleyenlerin hepsinin de kendilerini vatansever adlandırdıklarını itiraf etmeliyiz. Batı’nın özellikle de ABD ve Fransa’nın Lübnan’da daha büyük rol oynamasını destekleyen geniş bir halk kesiminin yanı sıra azımsanmayacak kadar bir kesim de Suriye ve İran’ın daha büyük bir role sahip olmasını hatta Rusya ve Çin’in de bir rolü olmasını istiyor. Bu son kesim bunun için iki gerekçe öne sürüyor; birincisinin yörüngesi “bölge”dir yani Batılı olmayandır. İkincinin başlığı, İsrail ile mücadeledir.
Amacımız, bu gerekçeleri tartışmak değil, açıklanmış veya örtük olsun, bunlar karşısında yer alan ve Batı’yı tercih eden argümanları sunmaktır.
Batılı rolünü savunanlar, mezhepsel temsiliyet açısından İran-Suriye rolünü savunanlardan kıyas kabul etmeyecek ölçüde daha geniştir. Bu en az iki nedenden kaynaklanıyor: Birincisi;  Batı’ya sarıldıklarında, hoşumuza gitsin ya da gitmesin, kolaylıkla evrensel olarak tanımlanabilecek bir modele sarılmış oluyorlar. Çünkü bu, siyasi bir modelden önce bir yaşam biçimidir. Bu karşı çıkanların bile göç etmek, çocuklarının eğitimi ve hastalarını tedavi etmek için kendisini tercih ettikleri bir yaşam biçimidir. İkinci neden; Batılı güçlerin 19’uncu yüzyıldaki durumdan farklı olarak bugün, Suriye ve İran gibi rejimler için geçerli olan anlamda dini veya mezhepsel güçler olmamalarıdır.
İran veya Suriye rolüne bağlılık, kaçınılmaz olarak İran ve Suriye rejimlerine, özellikle de gerek rejimlerini gerek toplumlarını kendileriyle sınırlayan iki kişiye, Ali Hamaney ve Beşşar Esed’e bağlılık demektir. Batılı bir role bağlılığa gelince, belirli bir Batı sistemine bağlılığı gerektirmiyor ve kendisine Donald Trump, Emmanuel Macron veya diğer liderlere yöneltilen sert eleştirileriler eşlik edebilir.
Diğer bir deyişle, İran-Suriye modeli tek siyasi sitem ve tanrılaştırılan liderden başka bir şey sunmazken Batı modeli, sinemadan otomobil ve uçaklara, düşünceden edebiyat, bilim ve teknolojiye uzanan bir yelpaze sunuyor. Politika ve siyasi sistemin kendisi ise bu modelde mütevazi bir konumdan fazlasını işgal etmiyor.
Buna ek olarak, Batılı rol Lübnanlıları savaşlara ve çatışmalara itmiyor. Politikacıları, mezhepçi parti ve örgütleri silahlandırmıyorlar. Eğer birini silahlandıracaklarsa bu ancak Lübnan ordusu olacaktır.
Herhangi bir batı başkentine Lübnan için önerdiği ideal vizyonun ne olduğu sorulursa, yanıtı doğal olarak “parlamenter demokrasi” olacaktır. Ne tek parti ne de tek lider yönetimi değil.
Dahası, bize bir idare inşa eden, aramızda ekonomik çıkarlar ve eğitim ağları bulunan Batı modeliyle ilişkimizin geçmişi, İran-Suriye modeliyle ilişkimizin tarihiyle karşılaştırılamaz. Bu tarihimiz, suikastlar, bombalı saldırılar, milisler ve silahlı örgütlerle doludur. Bunlar Lübnan’ı defalarca yerle bir ederken ne bölge ne de zehirli bir gerekçe gibi kullanılan ve kullanılmaya da devam edilen Filistinlilere bir faydası olmuştur.
Karşı çıkanların nihayetinde Batı’nın, özellikle de ABD’nin kendilerini de muhatap almasını istediklerini kanıtlamaya gerek yok. Bu, Suriye-İran modelinin Lübnanlı hayranlarının yanı sıra Şam ve Tahran’da gözleri ABD seçimlerine çivilenmiş söz konusu modelin liderleri için de geçerlidir. İki dış model arasındaki bu farklılığı vurgulamak, rakiplerini "işbirliği" ve "bağımlılık" suçlamaları ile sıkıştıranlara karşı yüksek sesle verilmesi gereken karşılıktır. Keza bu farkın aşikar ve belli olduğunu söyleyenlere karşı da. Ama bu aşikar olduğu için ayrıca dillendirilmesine gerek yok.