Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

ABD’nin Ortadoğu’daki kafa karışıklığı

Değerli okuyucularımız bu yazıyı okuduklarında ABD Başkanlık seçimleri sona ermiş olacak.
ABD vatandaşları doğrudan sandıklara giderek ya da posta yoluyla oylarını kullandılar.
Katılımın yüksek olması bekleniyor, çünkü uzun bir zamandan beri katılım çağrıları ilk kez bu kadar fazla ve yüksek.
Genel olarak bu, ABD’de görülen ve ulusal birliğini tehdit ediyor gibi görünen geniş çaplı kutuplaşma halinin doğal bir sonucu.
Nitekim Demokrat Parti’nin adayı Joe Biden da, bugün yaşananların bir buçuk asır önce Amerikan İç Savaşı sırasında yaşananlara benzer olduğu perspektifinden yola çıkarak, seçimleri kazanması durumunda ABD’nin birliğine geri dönmesini sağlamanın önceliği olacağını kaydetti.
Bu bölünmüşlük, Donald Trump’ın üstlendiği son başkanlık döneminin ürünü değil, selefi Barack Obama, son yılında en büyük başarısızlığının Kongre’de Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki derin uçurumu aşamaması olduğunun farkındaydı.
Kongre’nin üçte ikisinin onayının gerektiği yürütme kararlarını benimsemesinin nedeni de buydu; bu uçurumu aşmak.
Dolayısıyla, daha Trump başkanlığa gelmeden önce iki parti arasındaki ihtilaf eski ve derindi. Fakat ne kadar derin olduğu belki de şimdi, seçim sonuçları açıklandığı anda belirlenecek.
Seçim sonuçları ise ya sandıklardaki oyların sayılmasından hemen sonra açıklanacak ya da posta yoluyla kullanılan 60 milyondan fazla oy sayılana kadar biraz gecikecek.
Her iki durumda da muhtemelen tartışmalı bir sonuç ile karşı karşıya kalacağız.
ABD’deki bölünmenin yeni derinliklere ulaşmış olduğunu göreceğiz.
Bu ikisinin de küresel sonuçları olacaktır, ama burada bizim için önemli olan, ABD seçimlerinin Arap dünyasının merkezinde yer aldığı Ortadoğu’yu nasıl etkileyeceğidir?
Aslında ABD’de sağ ve sol, Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki tüm bölünmelere rağmen genel tutum, ABD’nin Ortadoğu’dan çekilme arzusuna işaret ediyor.
Arap Baharı adını verdiği olaylar ile Arap ve İslam dünyasını mutlu olacağı demokrasi cennetine götürmeleri için “ılımlı” Müslüman Kardeşleri desteklemeye ilişkin politikaları çöken Obama’nın ikinci dönemindeki eğilim de buydu.
Obama’nın politikaları gerçekte, sadece mevcut siyasi sistemler gibi büyük bir hayal kırıklığı ile değil, bu baharı takip eden iç savaşlar, devrim ve ayaklanma sonrası elitlerin geniş çaplı siyasi başarısızlıklarıyla da sonuçlandı.
Tüm bu politikalar bir dizi iç savaş, dökülen kanlar, yıkılan şehirler, bölünmüş, terör ile dini aşırılık tarafından sömürülmeye hazır ülkeler ortaya çıkardı.
Donald Trump ilk başkanlık döneminde bu “sonu gelmez savaşlardan” kurtulmak istiyordu. Bilhassa petrol ve İsrail gibi önemli çıkarlarına yönelik artık kayda değer bir tehdit kalmadığı için, ABD’ye pahalıya mal olan ve hak ettiği dönüşü almadığı müttefiklerinden ve onlara karşı yükümlülüklerinden uzaklaşmak istiyordu.
ABD petrol açısından artık kendi kendine yeter bir durumda, hatta üretici bir süper güce dönüştü. Şimdi onun için sorun, petrol fiyatlarının yükselişi değil düşüşü. İsrail de artık zengin, teknolojik açıdan güçlü, askeri açıdan üstün bir durumda. Kaldı ki başkanlık döneminin ilk yıllarında İsrail’e bölge ülkeleriyle barış için daha iyi fırsatlar sunan bir anlaşma yoluyla Trump, onun güvenliğini güvence altına aldı. Kısacası, ideolojiler farklı olabilir ama sonuç aynı; Demokrat veya Cumhuriyetçi olsun ABD başkanları Ortadoğu’da kalmak istemiyorlar.
Fakat gerçek şu ki ABD hala burada.
İkinci kez başkan olacak Trump veya ilk kez olacak Biden olsun yeni ABD başkanının ne yapacağını kimse bilmiyor, çünkü genel olarak ABD stratejik düşüncesi bölge konusunda büyük bir kafa karışıklığı yaşıyor.
ABD’nin Ortadoğu’daki politikasının genel olarak veya belirli dosyalar ya da ülkelere karşı nasıl olması gerektiğine ilişkin yayınlanan makale ve çalışmaların tamamı birbirleriyle çelişkili ve tutarsız. Başlıkları da bunu açıkça yansıtıyor. Mesela Kenneth Pollack, “America’s Choice in the Middle East: Fight or Flight” (ABD’nin Ortadoğu’daki Seçimi: Savaşmak ya da Kaçmak) başlığıyla iki keskin seçenek sunuyor.
Mara Karlin ve Tamara Cofman Wittes, “How to Do More With Less in the Middle East: American Policy in the Wake of the Pandemic” (Ortadoğu'da Daha Azıyla Nasıl Daha Çok Şey Yapılır: Pandeminin Ardından ABD Politikası) başlıklı makaleleriyle konuya maliyet ve getirileri arasındaki oran açısından bakıyorlar.
Martin Indyk, olanlarla ilgili olumsuz bir görüşle yetiniyor ve “Disaster in the Desert: Why Trump’s Middle East Plan Can’t Work” (Çölde Felaket: Trump'ın Ortadoğu Planı Neden İşe Yaramıyor) diye yazıyor.
Steven Cook bilinmeyen kadere teslim olmuş gibi görünüyor ve “No Exit: Why the Middle East Still Matters to America” (Çıkış yok: Ortadoğu Neden ABD için Hala Önemlidir” diyor. Görüşler bu şekilde, dahil olma ile geri çekilme arasında daha büyük bir güç eksikliğini yansıtarak peş peşe sıralanıyorlar ve her durumda, genellikle bölgesel içerikten ve küresel dengeden yoksun ideolojik çerçeveler içinde hareket ediyorlar.
Buna benzer bir şeyi, bölgeyi deniz yolları, körfezleri ve boğazları, zamana ve mekana göre Çin, Rusya hatta Avrupa’nın olabileceği rakip küresel güçlerin bölgedeki nüfuzunun kapsamı açısından ele alan ABD ordusu mensupları arasında görmüyoruz.
Teröristlerin New York’taki ikiz kulelere ve Washington’daki Pentagon’un duvarlarına ulaşmasından sonra bölgeyi, okyanus ötesinde bulunan ve ABD’nin kaçamayacağı bir evrenin parçası olarak gören ABD Ordusunun bu konuda kesinlikle farklı bir bakış açısı var. Korona pandemisi belki de Ortadoğu ile ilişkisi olmayan ilk küresel felaketti. Burada potansiyel suçlu Asyalı Çin’di ve hem Obama hem de Trump yakın bir zamana kadar ABD’nin dikkatini buraya yani Asya’ya yöneltmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Bununla birlikte, Ortadoğu ikilemi, ABD'nin bölgeye bakışıyla değil, bölgenin kendisine bakış açısıyla ilgili bir kafa karışıklığı olabilir.
Kimi zaman bu bakış açısı, oldukça uzun süren bir çatışmadan; Arap-İsrail çatışmasından kaynaklanıyordu. Kimi zaman da Arap milliyetçi görüş, bölgenin özgünlüğü ile sahteliği arasındaki ölçüttü.
Bazen ise bölge ile İslam dünyasının geri kalanı devrim şemsiyesi veya ılımlılık örtüsü altında bağdaştırılıyordu.
Mevcut aşama, ABD’nin kafa karışıklığını giderebilecek, bölgenin özgünlüğüne Batılı anlamıyla "ulus devlet" tarafından temsil edilen yeni bir ivme kazandırabilecek yeni bir durumu yansıtıyor.
Ulus devlet, bir yandan sınırları ile "jeopolitik" bir gerçekliği ifade ederken, diğer yandan bir devleti diğerlerinden ayıran özel kimliği, düşmanların ve müttefiklerin her zamankinden daha belirgin hale geldiği farklı çıkarları temsil etmektedir.
Basitçe bu durumda, "bölgesel güvenlik" bölge ülkelerinin güvenliğine dayanır, bu da tehdit ve saldırganlığın olmaması anlamına gelir.
Bunun gerçekleşmesi için de, devletin öz gücünü artırmaya yönelik bir politika, devleti koruma ve ona yönelik tehditleri ortadan kaldırma etkisine sahip bölgesel ittifaklar gerekir.
Devletin bu oluşumu, büyük ölçüde, bölgede sadece ABD ile değil, aynı zamanda çıkarlardaki konumlarına göre Çin, Rusya ve Avrupa ile gerçekleşen son derece esnek anlaşmaları da açıklamaktadır. Bu, ticaret, turizm ve petrol fiyatları kadar silah anlaşmaları için de geçerlidir.