Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Kültürü geri alma savaşı

Sıcak soğuk, kendi aramızda veya içimizde savaşlar ya da savaş tehditleriyle çevrelenmişiz, fakat hepsinden kötü olan ve dile getirilmeyen kültür savaşıdır. Bu, uzun ve kimi zaman gizli bir savaştır. En önemlisi de bazen kendisine katılanlar, bir savaşta olduklarının farkında bile değildirler. En şiddetli savaşlardandır ve olumsuz etkisi en fazla kendisinden uzak olan kesimleri etkiler.
İtalyan düşünür Umberto Eco’nun, ‘Önceki Günün Adası’ adıyla çevrilen ve okurun istediği gibi anlayabileceği müstehcen imgelerle dolu kurgusal bir romanı vardır. Bozuk olduğu için bir adanın yakınlarında denizde kalmış bir gemiyi anlatır. Gemidekiler uzaktan görünen bu adaya ulaşmak isterler ama gemi çalışmadığı için bu neredeyse imkansızdır. Her birimiz kendi adamızı arıyoruz.
Umberto Eco’nun adasında, geçmişi hatırlamak ve onu sabit bir coğrafya olarak görmek, geçmişi kalıcı bir izolasyona mahkûm ediyor. Günümüzde de yeni nesil aşırılık yanlılarını üreten düşünsel altyapıya egemen olan saf cehalet, onları İslam adına kendi zihinlerinde şekillendirdikleri ya da liderleri tarafından şekillendirilen bir adayı aramaya itiyor. Buna göre geçmişte bir dönemde bir “altın devir” yaşandı ve onların da bunu geri getirmeleri gerekiyor. Bu sırada karşılarına komşu ülkelerden “kafir” devletlere çeşitli engeller çıkabilir, fakat tüm bunlara (ötekilere) karşı şiddetli bir savaş yürütülmeliler.
Mevdudi, Seyyid Kutub, Hasan el-Benna ve çok sayıda Sahva (Uyanış) Hareketi mensubunun etkilerini araştırdığımızda, önceki günün adası olgusunun “davet”lerinin ekseninde yer aldığını görürüz. Bu adaya ulaşmanın yolu görünüş (kıyafet ve dış görünüş) ile başlar ve ötekinin kanını helal kılmakla devam eder. Buna birikmiş bir dizi öğe yol açar, bunların en basiti; İslam tarihini bilmemektir. İslam tarihi bir insanlık tarihidir ve pek çok olumlu yanı gibi olumsuz yanları da bulunur. Bu bilgisizliğe, sosyal ve beşerî bilimlerin süreçlerine ilişkin açık ve net bir bilgisizlik eşlik eder. Gelecek, tüm ayrıntılarıyla kopyalanması gereken efsanevi bir geçmiş tasavvuruna sahiptir. Ona göre, bu tasavvura ve görüşe sahip olmayanlar kesinlikle bu din ve ümmetten değildir. Bu nedenle, ötekini reddetmek, dışlamak, malını ve canını helal saymak meşrudur. Çünkü ortada, geçmişte İslami düşünürlerin mensubu olduğu ve “Kesin bilgi sahibi olanlar bilmediklerini bilenlerdir” diyen rasyonel okulun benimsediği metodun aksine, tartışmayı kabul etmeyen sabit bir inanç ve düşünce dizisi vardır.
Müfredatlar, yazılar ve hatta medya organları yoluyla kamuoyuna yapılan tepki yüklemesi, hâkim olan düşünce sistem dışında herhangi bir eleştirel aklın varlığını reddediyor. Aşırılık yanlıları, az da olsa aydın ve farklı bir karşı düşünceye sahip olanları izole etmeye, savaşmaya ve muhtemelen öldürmeye çalışırlar.
“Hizbullah” ve “İslam devleti” gibi simgesel başlıklara bile el konuldu. Bu okulun söylemlerini parçalara ayırmak ve aksiyomlarını ve kavramlarını gözden geçirmek kolay bir iş değildir. Çünkü insanların büyük bir bölümünün zihninde, söz konusu grupların “alimlerinin” söylediklerinin doğru olduğu ve bunun dışında bir doğru olmadığı düşüncesi kökleşmiş. Alim kavramı bile çağımızda kendisini hak etmeyen birçok kişiye layık görülmeye başlandı ki bu durumu daha da kötüleştiriyor.
Bazı insanlar aşırılığı şiddet olarak tanımlıyor, bu doğru, fakat aşırılık fiziki şiddet veya bedensel zarar ile sınırlı değil. Aynı zamanda, psikolojik ve sözel, açık ve gizli aşırılık da var. Kültürel aşırılık ise aşırılığın en kötü formatıdır. Bu şiddet türü, toplumda düşünce yöntemlerinin katılık ve donukluğunun, düşünme ve olguları yorumlamada tek bir metodun dayatılmasının ürünüdür. Bu kesin düşünce türünün dışına çıkmak, sahibinin ilk olarak toplumdan aforoz edileceği, ardından da fiziksel cezaya maruz kalacağı bir suçtur.
Dolayısıyla, bazılarının dinden çıkmış olarak gördükleri kişilerin “boyunlarını vurmalarının” ötesine geçen, herhangi bir mekâna bombalı saldırı düzenleyerek ya da etrafa ateş açarak insanları öldürmekten daha büyük bir savaşla karşı karşıya bulunuyoruz. Çağdaş Arap düşüncesini “önceki günün adasından” kurtarma ve ciddi bir şekilde “ sonraki günün adasından” bahsetmesini sağlama savaşıyla. Aşırılık yanlıları sadece kendileri için bir yük olmaktan çıktılar. Eylemleri ile bütün bir dinin taşıyıcılarına ve mensuplarına karanlığı, kendi gündemlerini dayattılar. Dünyanın geri kalanının şüpheli bakışlarına ve tepkilerine maruz kalmalarına yol açtılar. Öyle ki bilinç düzeyi az olanların tepkileri, halklar ve uluslar arasında savaşları tetikleyecek noktaya ulaştı.
Kültürü geri alma savaşı esasında bir bilinç savaşıdır. Bilinç de aşırlık ve onu takip eden terörden kurtulma yolundaki ilk adımdır. Belki de hepimizin inançlar ve ibadetler ile menfaatler ve ilişkiler arasındaki sınırları belirlememizin zamanı geldi.
Arap ve İslam tarihini, doğru ve olduğu gibi, ayıklamaya maruz kalmadan anlamak ilk adımdır. Uzun bir süredir tarihimizin birçok olayını ele alırken seçici davranıp, insani ve çıkarcı faktörleri hatta dönemin koşullarını gizliyoruz. Özellikle de öğrencilerimiz, okullarda öğrendiklerinin mutlak doğru olduğu ve onun dışında hiçbir doğru olmadığı şeklinde eğitiliyorlar. Maalesef azımsanmayacak kadar uzun bir süre siyasi baskı için bu ortamdan yararlanıldı. Kamuoyuna bilincini iade etmenin kolay olduğunu iddia etmiyorum. Sonunda yeni bir bilince, geçmişteki değil gelecekteki adaya, içinde yaşadığımız dünyanın ve tarihsel sürecin bilgisine götürecek hem bizim hem de diğerlerinin koşullarının değiştiğini anlamamızı sağlayacak net bir metodoloji ile başlamayı talep ediyorum.
Bütün bunları gerçekleştirebilmemiz için ilk aracımız, düşünmeye cesaret etmektir. Önemli olan medyamızda, platformlarımızda ve forumlarımızda “şiddet ve aşırlığı” ele almamız değil, şiddeti üreten araçları ve metotları ortaya çıkarmamızdır. Sefalet içinde yaşayan insanların ilacının, şarkılar ve sloganlar değil bilinçlendirme programları olduğunu, çeşitli biçimleriyle bilinçliliğin, toplumlarımızda gördüğümüz sıkıntı ve sorunlarla yüzleşmenin en doğru yolu olduğunu net bir şekilde ifade etmemizdir. Seçkinlerimizin, politikacıların faydacılıklarından çok filozofların kaygılarını taşıması gerektiğini açıkça belirtmemizdir.
Aşırılık ile savaşma yolu kolay değil ve bu yolun taşlarını, açıklamalar yaparak veya forumlar ve seminerler düzenleyerek döşeyemeyiz. Bunları ancak müfredatlarımızda ve her seviyedeki öğretmenlerimiz arasında zihinsel düşüncenin yerleşmesini sağlayarak, sahip olduğumuz en değerli sermaye olan insanı temel alan hedeflere sahip kalkınmacı programlara yönelerek döşeyebiliriz.
Savaşmamız gereken karşı kuvvetler de zayıf değil. Aşırılık yanlısı ideolojiler ve düşüncelerin devam etmesi için yapılan yatırımlar, kendisinden yararlanan ajandalara sahip ülkeler, bu düşüncelerden kazanan kişiler ve okullar var. Bu kişiler arasında kendisinden faydalanmaya çalışanlar olduğu gibi maalesef bir sürüdeki koyunlar gibi körü körüne takip edenler de var. Belki de geri almamız gereken ilk şey, yeniden akıllıca düşünebilmek ve buna göre hareket etme özelliğimizdir. Kültürümüzde kökleri olan bu özelliğimizi geri kazanmak ve yeniden canlandırmak için savaşmalıyız.
Sonuç olarak, sosyal ve eğitimsel mirasın ürünü olan ‘tek kutuplu’ düşünce biçimi geride çarpık davranışlar bırakıyor. Bu da nefretle başlayıp şiddetle sonuçlanan bir salgına yol açıyor.