Abdulaziz Tantik
TT

İnsanın kendi kelimeleri olmalı, üzerine binip uçtuğu

Kelime, anlamın vücut bulmuş halidir. Kelime, kişinin kendi anlamını kendi dili ile ifade ederken kullanacağı yegâne araçtır. Bu ifade, ya ödünç kavramlar aracılığı ile ya da kendi kelimelerini oluşturan anlam dünyasıyla sağlanır. Ama her halükarda kelime, anlamın billurlaşarak ifadeye ve oradan yaşama aktarılan bir olgudur. Bu olgu, hayatı anlamlandırırken, hayat tarafından da yeni anlamlara yelken açılmasına zemin oluşturulur.
İnsan, bilgiden önce anlama ulaşır. Anlam, kişinin kendisi ile kuracağı ilgi ve ilişkinin dışavurumudur. Bilgi öncesi olduğu için fiili bir durumu içerir. Bu fiili durum, kişinin kendi varlığı karşısında hissettiği sezgiselliği ve olgusallığı içerir. Her iki boyutu ile anlam kişide tezahür eder. Bu tezahür eden şey dile ve oradan ifadeye kavuşur. Kişinin kendi kelimesi olması demek, kendisinin bizatihi tecrübeye konu ettiği şeyi, kendisinin dile getirmesi anlamına gelir. Bu da kişinin otantik bir yapısının varlığını işaret eder. Özgürlüğü ve sorumluluğu da bu çerçeve üzerine inşa edilir.
Anlamın dil ile ilişkisi, bilgi ile ilişkisinin aynasında iş görür. Anlam, bilgiye dönüştüğünde kelimeler ile ete kemiğe bürünür. Bu şekilde kendi aynasından yansıyanı bir başkasının görmesini sağlar. Dil, anlamın dışa dönük boyutunu açığa çıkartır. Dil, kelimeler üzerine kuruludur. Kelimeler, dilin en otantik kesitini oluşturur. Cümle ve paragraflar ve dahi söylem kelimeler üzerine bina edilir.
Kişi, kendi dilini oluşturmak istiyorsa, kendi kelimelerine sahip olma zorunluluğunu hissetmelidir. Buradaki zorunluluk, epistemik değil, ontolojik bir zorunluluktur. Elbette ki her kelime hem birine aidiyet taşır, hem de kişi açısından yeni bir anlam üzerinden kişiselleşme istidadı taşır. Bu yüzden kelimenin kendi anlam dünyandan ortaya çıkması önemli olmakla birlikte bu zor olan şartları işaret eder. Ancak, herhangi bir kelime ile anlam ve yorum üzerinden kurulacak irtibat ile kendine mal etme imkânı bulunmaktadır. Böylece her kelime ile bir öznellik bağıntısı kurulabilir. Bu da kişiye önemli bir ayrıcalık sağlar.
Bugünün insanı sıfırdan kendi kelimelerini inşa edemeyeceklerine göre, mevcut kelimelerden hareketle kendi kelimelerini oluşturacak bir yaklaşımı öne çıkartır ve kendi kelime avcılığına yönelebilir. Çünkü sahip olduğu bilgi ile sahici bir ilişki kurmak için de kendi kelimelerine ihtiyaç duyacaktır. Anlamın kendine has oluşu kelimelerin kendisine ait olup olmadığı ile ilişkili olacağı bedihidir. Bu yüzden işin temelini oluşturan anlamın sahici yapısı kendi kelimesine sahip olmasıyla birebir örtüşür. Kişi, ifade ettiği anlamın kendine has yapısını da kendi kelimeleri üzerine kurmalıdır. Yoksa başkasının anlamı ve ifadesi üzerine bir yaşam kurar ki bu kendisine ve varlığa karşı yabancılaşmasına zemin oluşturur. Anlamın sana ait olması, ifadenin sana aidiyetini zorunlu kılmaz. Çünkü ifade ederken, anlamı kendi kelimelerinin dışından seçerek kil kurarsan bir iç çelişki doğurur. Bu da ifadeyi yaralar.
Her ifade bir söylemin parçasıdır. Söylemin sana aidiyeti ifadenin sana aidiyetine bağlıdır. Bu yüzden farklı söylemlerin senin inancını belirlemesi, düşünceni belirlemesi sahici bir özellik taşımaz. Kişinin kendi otantik şahsiyetini oluştururken bu noktaların ehemmiyeti her zaman öncelikli olmuştur.
Kendi kelimeleri ile yol almayanlar ödünç kelimeler alırlar. Ödünç kelimelerin onlara çizdiği yola mahkûm kalırlar. Ve kendilerine çizilen dünya içinde ödünç yeni kelimelerle yol almaya devam ederken mahkûmiyetlerini ise istikrarlı hale getirirler. Mahkûmiyet, kişinin kendi özneliğini ve iradesini devre dışı bırakmasına neden olur. Bu yüzden şizofren bir karakter taşır. Evrensel bir tutum, inanç ve olgu bile eğer kendi kelimelerine ve ifade biçimine ait değilse, bu evrenselliğin içinde yabancı bir unsur olarak bulunursun. Ki bu da seni hem kendinden hem de bu evrenselliğin kendisine yabancılaştırır. Her yabancılaşma ise mahkûmiyeti çoğaltan bir karaktere dönüşür.
Kendi kelimelerimiz ile yola çıkmalıyız. Kendi kelimelerimiz derken, içine doğduğumuz kültür ve bu kültürü besleyen arka plan kelimeler ile bu kelimelere dayalı yeniliğini sağlayacak kelimelerdir. Kişi, kendisi ile biz arasında kopmaz bir bağ kurduğunda kendisi olur. Ben ve biz derken kastedilen, içine doğulan kültür ve inanç evrenidir. Bu insanoğlu içinde aynı zamanda tarihsel bir sürekliliği işaret eder. Yani insan, genetik olarak kültürü ve inancı tevarüs eder. Ama bu mirası, olgusal ve sezgisel bir yaklaşımla kendine mal eder, anlamlandırır. O anlamı taşıyacak kavramların içeriklendirilme tarihi ile bağını kurar. Yeniden anlamı keşfederek kelimeye dönüşen kavramı bugüne dair yansıması ile kendine has kılar.
İşte bu kelimeler ile yola çıktığımız zaman kendi yolumuzu kendimiz çizer ve bir mahkûmiyet oluşturmayız. Bilakis, hürriyetin tadına vararak, kendi özgürlüğümüzü teminat altına alırız. Özgürlüğü iki boyutlu ele almalıyız: Bir, kendi tarihimize dair bir baskıdan kurtulmak, yani eleştirel bir tutumla tarihi ideal olan ve reel olan ayrımı üzerinden değerlendirerek tarihsel olanı devre dışı tutmak ki bu ciddi bir ıslahı içinde taşır. Bu ıslah faaliyeti aynı zamanda kişiyi özgürleştirerek kendisi olma yolunda ona emin adımlarla yürümeye başlamasına imkân tanır. İki, farklı dünya görüşleri ve o dünya görüşlerine dayalı kültür, inanç evrenleri ve onlara ait kavramlara karşı özgürlüğü kazanmaktır. Bu konuda kendi kelimeleri olmayanlar, kendi tarihsel derinliğine sahip olmayanlar, kendi dışındaki kültür ve inanç evrenleri ile nasıl bir ilişki kuracaklarını sahici olarak belirleyemeyecekleri için özgürleşmeleri de mümkün görünmez. Ama kendi otantik yapısını kendi inanç ve kültür evrenine ulaştıran kişi, başka kültürlerden alışverişi kendi koşulları içinde gerçekleştirme imkânına haiz olacağı için özgürleşmesinin önünü de açmış olur.
Sorun, bir güç tarafından bize dayatılan kelimelerin albenisine kapılarak o kelimelerin çizdiği dünyayı tek dünya görmektir. Ya da geçmişin hapishanesine gönüllü yazılmaktır. Her iki durumda da esaretten başka bir çıkış kapısı yoktur. Yukarıda ifade ettiklerimiz bu yargımızı haklı çıkarmaktadır. Kişi, özgürleşmek istiyorsa; önceliğini kendisine dayatılan şeye karşı bir direnç sahibi olmaya vermelidir. Ki, bu direnç ile dayatılan kavramın, inancın, kültürün neliğini açığa kavuşturabilsin…
Direnç bu noktada iki türlü işlev görür. Birincisi, kendisine dayatılan kavramın albenisine kapılmadan, onu olduğu gibi görmek için olgusal ve sezgisel yapısını devreye koymaya yarar. Kişi, böylece bir bağımlılık oluşturmadan değerlendirme imkânı kazanır. Bu sahici bir ilişkinin olmazsa olmazıdır. İkincisi ise, kendisinde tebellür eden anlamın kelimeye dönüştüğünde direnç üzerinden doğru kelimeye dönük bir zeminin doğmasına imkân tanır. Çünkü anlam açığa çıktığında zihne birden fazla seçenekli kelimeler hücum eder. İşte direnç bu hücum karşısında metin kalarak, doğru kelimeyi seçecek bir aralığı bulur ve kullanır.
Direnç bize özgürlüğümüzü kazanma konusunda bir temel sağlar ve böylece kendimize ait ve aidiyet oluşturacak bir dünya kurmanın mümkün oluşuna erişiriz. Bu noktada temel bir kural olarak; varlık, anlam ve bilgi karşısında tutunacağımız nötr/tarafsızlık hali hem sahici bir ilişkiyi, hem de özgürlüğü elimizde tutmayı işlevselleştirir.
O zaman kendi kelimelerimizi kendi çabamızla ortaya çıkartalım. Bu kelimeler kendi tarihimizden izler taşısın. Bizi geleceğe taşısın. Kelimelerimiz dinamik olsun. Yeni anlamlara kapı aralasın... Yoksa halimiz harap olur. Bu durumu ifade edecek kelime ise bulamayız...
Bu noktada sahiciliği ve yabancılaşmayı doğru anladığımız zaman mesele doğru bir şekilde izaha kavuşmuş olur. Sahicilik burada herhangi bir dış baskı olmadan kişinin kendi anlamı üzerine bina ettiği kelimelere sahip olması ve düşünce dünyasını da etkileşim üzerinden değil, etkileşime izin verdiği oran içinde kendi bakışının önemini taşıdığı zeminde açığa çıkar. Yabancılaşma ise sahiciliği devre dışı bıraktığı her zeminde kişinin içinde bulunacağı vasatı işaret eder.
Akıl, barış, özgürlük, hak, hukuk gibi modern dünyanın bize dayatılan kelimelerine kendi yitik değerlerimizden anlamlar yükleyerek onu kendimize mal edelim... Kendi kelimelerimizi kendimiz yeniden içeriklendirelim... Ve asla boyun eğmeyelim... Bu bizi merhametsiz ve şefkatsiz kılmasın... Hem merhamet ve şefkat, hem de boyun eğmeyen bir asi olmayı başararak kendi kelimelerimize sahip çıkalım...
Her insan, kendi ayaklarının izini takip ederek kendi varlığının anlamını bulmalıdır. Bu durum başkalarından istifadeyi engellemez. Bilakis, istifadeyi yaparken anlamı kendine has kılmak ve bu anlam üzerinden dile, bilgiye ve ifadeye yönelmeyi içerir. Anlam dünyamız, kendi dünya görüşümüzü belirlediği zaman yabancılaşmadan kurtulur ve sahiciliğe ulaşırız. Bu sahiciliktir ki aynı zamanda hem enfüsi ve hem de afakî barışı/selam’ı inşaya imkân tanır.