Ulusalcı söylemlerin cazibesi günlük hayatımızı kuşatmaya devam ediyor. Ulusalcılık, muhatabına başkalarından farklı bir kimlik farklı bir tarih ve şahsiyet sunuyor.
Bu sunumda da muhatabının kişiliğinde bulunan zaaflara hitap ediyor. Bireyin "kendiliği"ni tanımlarken yaşadığı toprak parçasını ya da ait olduğu etnik-kültürel sınıfı ölçüt alarak yeniden bir kimlik tanımlaması yapıyor.
Biz ve ötekiler ayrışmasını bu ölçütlere göre tasarlıyor. Sadece kendi kazanımları, edimleri sonucu aldığı kararlar, seçtiği düşünce ya da inançlar ile şahsiyetini tanımlaması, biz bilincine sahip olması gereken insanlar, kendi iradeleri dışında gelişen etnisite, hemşerilik gibi etkenlere mahkûm bir kimlik tanımlamasına yönlendiriliyorlar.
İnsan iradesinin yerine irade dışı faktörlerin belirleyen olduğu bu gibi bir kimliklendirme de gayri insaniliği ve kurgusallığı doğuruyor.
İnancının gereği olan İslami kimlik ölçütleri, Müslüman'ın yaşadığı toprağı, aile ve kardeşlik bağlarını da belirleyen perspektifi vermektedir.
Bu temel bakış açısı ise insani zaaflara karşı Müslüman'ı dengeli bir tutum içinde korumaktadır.
İnsanın zaaflarının en önemlilerinden birisi kişisel çıkarını evrensel değerlerden önce gözetmesidir.
Bencillik, cimrilik vb. şekillerde tezahür eden bu yaklaşım, akrabalarının çıkarlarını evrensel değerlerin ötesinde gözetmek olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu zaaf, Kur'an'da Hz. Musa'nın haklı mı haksız mı olduğuna bakmadan kendi soydaşının yanında yer alıp bir Mısırlıyı öldürmesi örneğiyle bizlere anlatılmaktadır.
Yine "biz" bilincini inşa eden vahiy, Nuh'a oğlunun, Lut'a da karısının "aile"den olmadığını hatırlatarak ancak kardeş olan müminlerin "biz" bilincine sahip olabileceklerini önemle vurgulamaktadır.
Bu bağlamda Müslüman zihin için bir tek "biz" tanımlaması bulunmaktadır. O da sadece muvahhidler, müminler, salihlerden oluşan "biz"dir.
Ulus projeleri kimin hediyesi?
Avrupa'da ortaya çıkan kapitalizm, ulus-devlet formunda örgütlendi. Ulus-devleti tüm yaşam tarzı ve üretim ilişkileriyle birlikte doğup geliştiği Avrupa'nın dışındaki dünyaya da yaymayı başardı.
Küreselleşen ulusçuluk ise aidiyet bilinçlerinin köklü biçimde değişmesine neden oldu.
Katolik Kilisesi, tüm Avrupa'da merkezi otoriteyi temsil ediyordu. Avrupa topraklarının önemli bir kısmına ve siyasal güce sahip olan kilise, ekonomik ilişkiler açısından burjuvazinin iktidar olma mücadelesindeki en önemli düşmanlarından biriydi.
Hıristiyanlık bağıyla tüm Avrupa'yı bir arada tutan kilise, ekonomik ve siyasal açıdan feodal beylerin üst çatısı durumdaydı ve bu durum, yeni ekonomik sınıf olan burjuvazi ile çatışmasını kaçınılmaz kılıyordu.
Burjuvazi, kiliseye karşı verilen mücadele ve sanayileşme sonucu ortaya çıkmış ve değişimin öncülüğünü üstlenmişti. Dolayısıyla derebeylik sisteminde temsil edilmiyordu.
Derebeyliği ayakta tutan temel birleştirici dinsel kimliğin karşısında iktidar mücadelesine katılan burjuvaziyi temsil edecek bir kimliğin inşası gerekiyordu. Bu ihtiyacı ulusal kimlik karşılayacaktı.
Feodal beylikler üzerine oturan ve biz bilincini din birliği üzerine kuran Avrupa, artık kiliseye ve feodaliteye karşı özgürleşmiş, topraklarını dinsel-feodaliteden kurtarmış ve bu toprakları "vatan" ilan ederek kutsallaştırmıştır.
Kilise Avrupası yerini uluslar Avrupasına bırakırken üretilen ulus projesi, verdiği mücadelenin doğası gereği laik ve toprak merkezlidir.
Bu toprak üzerinde bulunan insanları "biz" yani "vatandaş" sayan yeni bir anlayıştır bu. Bir toprak parçası içinde yer alanlar; ortak bir bayrak, tarih, vatan, dil, eğitim ve marş etrafında bütünleştirilerek yeniden kurgulandı.
Böylece siyasal ve ekonomik değişim sosyal alandaki köklü değişimi beraberinde getirdi.
Artık kendini Roma Katolik Kilisesiyle değil, Fransızlıkla tanımlamaya başlayan Parisli bir genç, kendini Hristiyan ülküleri için değil Fransa vatanı için ölmeye adayacaktı.
Din merkezli hayat, ulus merkezli laik hayata dönüştürülüyordu.
Burjuvazi, Avrupa'nın kendi iç savaşımının sonucu olarak ortaya çıkan ulusçuluğun mucididir.
Ulus toplum projesi, ayaklanan yeni sınıfların, feodalite-kraliyet-kilise yanlışına karşı burjuvazi-demokrasi-laik kurumlar aracılığıyla verdikleri başka bir yanlış cevaptı.
Dogmadan, akıl dışılıktan yani "dinden" özgürleştiğini iddia eden ulus değerler dizisinin bizzat kendisi bir dogmadır.
Bir ulusa mensup olmak, en demokratik biçiminde bile belli bir devletin topraklarında doğmuş olmaktır.
Bu, bütünüyle rastlantısal ve aslında hiçbir insani temeli olmayan bir belirlenimdir.
İslamiyet, insanlara kelimeyi şahadet getirerek Müslüman olma imkânı verip bunu insanın kabulüne ve seçimine bırakırken, modern uygarlık ise demokrasi ve eşitlikçilik adına ulusal sınırları ve vatandaşlık bürokrasisini dayatıyor.
Kurgusallığı ve totaliterliğine rağmen ulusçuluk, modernitenin farklı iki yüzü olan kapitalist ve sosyalist yaklaşımlarda ön kabul olarak benimsenmektedir.
Kapitalizmin ile Leninizm ve Stalinizm arasında ulus tasarımının meşruluğu konusunda herhangi bir fark yoktur.
Stalinist yaklaşımlara katılmayan Marksist enternasyonalistler ise modernitenin getirisi olan ulusları önce meşru görüp sonra bunları birleştirmeye çalışmaktadırlar.
"Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" retoriği gerçekte var olmayan bir kurgunun kendi kaderini garanti altına alma girişiminden başka bir şey değildir.
Ulusçuluğun temel karakteri olan laik-seküler yaklaşım, sosyalist ulus tasarımına da renk vermektedir.
Batı'nın dayattığı uluslaştırma çabaları İslam dünyasında Avrupa'dan çok daha vahim sonuçlar doğurmuştur.
Osmanlı ve Safevi yönetimleri altında dinî tercihlere ve iktidar tabiiyetlerine göre konumlandırılan Müslüman ve gayrimüslim kavimleri modernitenin kalıplarında birer ulus haline getirmek için oryantalizmin çalışmaları ortaya kondu.
Oryantalizm, Batı kültürünün sadece ekonomik sömürgeciliğini değil, sömürülenlerin kimliklerinin de başkalaştırılmasını da hedefliyordu.
Talan edilen, Doğulunun sadece malı değil ruhuydu. Ali Şeriati'nin ‘Öze Dönüş’ünde altını çizdiği gibi oryantalist sömürgeci söylem, Afrika ya da Okyanusya kavimlerine ilkel ve vahşi oldukları için medenileştirilmeleri gerektiğini telkin ederken, "medeniyet" birikimine sahip Ortadoğu halklarına ise aslında ne kadar üstün olduklarını bunun için de din bağı ile değil ulus bağıyla din kardeşlerinden ayrı oldukları telkinini yapıyordu.
Böylece bir Türk kimliği ve bu kimlik için bir ortak tarih, vatan ve simgeler dizesi icat edilir. Böylece tarihteki parça "malzemeler"den bütünsel bir "Türklük" ortaya çıkıverir. İşte bu kurgunun inşası için Türkoloji kürsüleri kurulur.
"Arap" ulusunun ya da "Kürt"lüğün, keşfi de aynı serüvenin farklı şekilleridir. "Türkiye" vatanının ve Türklüğün icadı "Türk" kavminin olmadığı anlamına gelmez.
Elbette bir kavim böyle bir topluluk vardır. Ancak kavimin ulusa, insanın frenkeştayna dönüştürülmesi fıtratın kirletilmesinin sonucudur.
Balibar'ın tabiriyle, "Günümüz dünyasının çelişkisi şudur: İnsanların doğaları gereği kendilerini 'evlerinde', biz bize hissedecekleri bir ulus devlet tahayyül etmek, sonra bu devleti içinde oturulamaz kılmak... Durmadan düşmanın 'içeride' olduğunu keşfederek, 'dış' düşmanlar karşısında birleşmiş bir cemaat oluşturmaya çalışmak... Böyle bir toplum siyasal olarak tam anlamıyla yabancılaşmış bir toplumdur."1
Ulus kimlik mühendisleri, parçalayıp yıktıkları dinî birliğin enkazından da yararlanmayı bilmiştir.
Fransız Devrimi sonucu ortaya çıkan kilise karşıtı laik cumhuriyetçilerin "rasyonalite dini"nin aksine toprak ve ırk temelli ulus kurguları, Hıristiyanlık imgelerini kendilerine uyarladılar.
Dinin cemaatini ulusa dönüştürenler, ulusun dinini de üretmiş oldular. Ulusal kiliseler ve Hıristiyanlığın mevcut ulus devletteki yardımcı ama edilgen konumunun benzeri, İslam coğrafyasında da yaşandı.
Dinî simge ve söylemler, ulus kurgusunun tek tipleştirme politikalarının malzemesi haline getirildi.
Örneğin "şehitlik" ulus ve vatan için savaşarak ölmeye teşmil edildi. İslam'ın hilali "şanlı Türk hilali"ne dönüştürüldü.
Diyanet teşkilatının işlevi de bu tür malzemeler üretmektir. Ancak tüm bunlara rağmen ulus kimlik, dinî simgelerin toplumda egemen olmasını istemez.
Ulusun doğası gereği "amelsiz, a-sosyal bir inanç" olarak kontrol altında tuttuğu "din"den faydalanmanın yanı sıra kurgusunu bina ederek dayandığı kavmin din öncesi kültürünü daha önemli ve etkin kabul eder.
Örneğin Alman ulus kimliği Hıristiyanlık öncesi Germen Ari tarihini ve paganizmini öne çıkartırken, Araplık Kur'an öncesi Arap edebiyatına, Irak'ta Babil'e, Mısır'da Firavun sistemine; Türklük ise İslam öncesi Orta Asya tarihine ya da Anadolu'daki İslam öncesi Hitit, Eti gibi uygarlıklara göre üretilir.
Fars kimliğine Perslikle; Kürt kimliğine Medler ve Zerdüştlük ile anlam kazandırılır.