Prof.Dr. Bilal Sambur
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi
TT

Dinbaz engizisyon ve despotizm devam ediyor!

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Öztürk’e karşı Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu inkar ettiği ve Peygamber sözü olduğunu iddia ettiği gerekçesiyle yoğun bir kampanya başlatılmıştır.
Öztürk’ün yıllar önce bir ofiste yaptığı konuşma servis edilerek kamuoyu ona karşı harekete geçirilmiştir. Vahyin doğasına ilişkin ifade ettiği görüşlerinden dolayı Mustafa Öztürk, yıllardır iftiralara, saldırılara, karalamalara ve linçlere maruz kalmaktadır.
Bu son linç kampanyasının, öncekilerden farkı, bunun son derece organize olmasıdır. Organize linç kampanyasının amacı, Mustafa Öztürk’ün susturulması ve etkisizleştirilmesidir. Mustafa Öztürk susturularak din alanında farklı fikirlere sahip araştırmacılara, akademisyenler düşünürlere ve entelektüellere gözdağı verilmektedir.
Amaç, hiçbir şekilde Öztürk’ün tarihselcilik tezi bağlamında Kur’an vahyinin doğasına yönelik yapmak istediği tartışmayı derinleştirmek, beslemek, zenginleştirmek ve sürdürmek değildir.
 Amaç, Mustafa Öztürk’le beraber tartışmayı da bitirmektir. Farklı din yorumlarını küfür, batıl ve sapıklık olarak damgalayıp kendi din yorumunu mutlaklaştıran bir yaklaşımın sağlıklı, verimli ve sürdürülebilir bir tartışma yapması ve oluşturması mümkün değildir.
Tarihselcilik etrafında sağlıklı ve verimli bir teolojik tartışmaya katılmak, katkı sunmak, eleştirmek ve yeni tartışma alanları belirlemek yerine, tartışmanın ve kişinin kendisini din adına bitirme yoluna gidilmektedir. Sorun, tarihselcilik tartışmasını teolojik düzlemde yapmaktan kaynaklanmamaktadır. Sorun, tartışmayı onu yapanla birlikte susturmaktan kaynaklanmaktadır.
Corona salgını başta olmak üzere ülkenin sağlık, siyasi, mali ve ekonomik alanlarda birçok sorunla boğuştuğu bugünlerde bir akademisyenin tarihselcilik bağlamında vahiyle ilgili ifade ettiği görüşleri gerekçe gösterilerek yapay bir gündem oluşturulduğu ve toplumun bu gündem üzerinden harekete geçirilmeye ve meşgul edilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz.
Sorunların çözülemediği durumlarda kültür savaşlarıyla toplumu idare etmeye çalışmak, eskiden beri popülizmin kullandığı klasik bir yoldur. Tutucu ve donmuş nitelikteki Hanefi-Sünni kurumsal din anlayışının bütün kurumları, tarikatları, dernekleri, vakıfları ve kişileri Mustafa Öztürk’ün tarihselciliğine karşı dini savunma adına harekete geçmişlerdir.  
Dinbaz popülist güç odakları, Ehl-i Sünnet itikadını tarihselciliğe karşı savunma iddiasıyla sosyal, siyasal ve ekonomik iktidar alanlarını güçlendirme amacındadırlar. Dini gelenekçilik, Sünnilik veya muhafazakar dindarlık gibi kavramlarla anılan kurumsal din,  farklı fikirleri ve kişileri engizisyonu sosyal ve bürokratik bir uygulama olarak kullanmak yoluyla etkisizleştirebilmektedir.
Dinbaz engizisyon, sosyal ve siyasal bir politika olarak günümüzde güçlü bir şekilde devam etmektedir.
Tarikatlar ve cemaatler, ilahiyat fakültelerine karşı yoğun bir saldırı ve itibarsızlaştırma kampanyası içindedirler. Mustafa Öztürk gibilerinin görüşleriyle ilahiyat fakültelerinde okuyan çocukları zehirledikleri gerekçesiyle susturulması ve ihraç edilmesi şeklinde yoğun bir kampanya başlatılmıştır.
İlahiyat fakülteleri, akademik kurumlardır. Akademik kurumlarda her türlü kişiye,  araştırmaya, görüşe ve esere yer vardır. Akademisyenler, özgürce entelektüel ve bilimsel faaliyetlerini icra ederler. Akademinin temel özelliği, özgürlük ve çoğulculuktur. Tarikatlar ve cemaatler, ilahiyat fakültelerini özgür ve çoğulcu akademik kurumlar olarak değil, medrese ve dergah olarak düşünmektedirler. Tarikatlar ve cemaatler, İlahiyat fakülteleri üzerinde vesayet kurmayı kendi hakları olarak görmektedirler. Akademik kurumlar olarak ilahiyat fakülteleri, hiçbir cemaatin veya tarikatın uzantıları değildirler.
İlahiyat fakülteleri, hiçbir cemaatin kontrolünde veya vesayetinde olamazlar. İlahiyat fakültelerinin misyonu, mürit yetiştirmek değildir. İlahiyat fakültelerinin varoluş nedeni, dini bilginin akademik ve bilimsel olarak araştırılması, sorgulanması ve üretilmesidir.
İlahiyat fakülteleri, ilmi hür, fikri hür ve vicdanı hür olarak her türlü dini bilginin ve tecrübenin araştırmaya, açıklamaya ve sorgulamaya konu edildiği akademik kurumlardır. Tarikat ve cemaat sözcülerinin, bir akademisyeni etkisizleştirmeye çalışmaları, onların hadlerini aşarak ilahiyat fakültelerine müdahale etmeleri anlamına gelmektedir.
Din alanında belirli bir tarihsel dönemde belirli bir grup veya kişi tarafından oluşturulmuş dini yorum ve kurum, mutlak doğru olarak herkese dayatılamaz. Dini alan,  çoğulculuk alanıdır. Dini alanda herkes, dini tecrübesini farklı yorumlayabilir. Dini tecrübenin farklı yorumlarına karşı çıkıp tek bir yorumun mutlak doğru olduğu yanılsamasını gerçek olarak dayatmak, insanın ve dini tecrübenin inkarı anlamına gelmektedir.
Din alanında söylenilenler ve yaşanılanlar, insan tarafından söylenilen ve yaşanılan tecrübelerdir. İnsanlığın dini tecrübesini, sadece dogmatik bir kabule indirgemek mümkün değildir. İnsanlığın dini tecrübesi, birikimi, literatürü ve kurumları, günümüzde psikoloji, sosyoloji, teoloji, antropoloji gibi insan bilimleri tarafından araştırmaya konu edilmektedir.
Orta Çağ dogmatizminin oluşturduğu kurumsal dinin,  insan bilimleri tarafından araştırılması, incelenmesi ve eleştirel bir şekilde açıklanması istenmemektedir. Tarikatlar ve cemaatler başta olmak üzere kurumsal din dogmatizminin temsilcileri, insan bilimlerine karşı kendi sosyal, siyasal ve ekonomik iktidarlarını korumanın peşindedirler.
Hakim olan dini yapı, bilimden, felsefeden, sanattan, ahlaktan ve insan bilimlerinden kopuktur. Kurumsal dini yapılar,  din ve bilim, felsefe, sanat, ahlak ve insan bilimleri arasındaki kopukluğu derinleştirerek iktidarlarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar.  
Öztürk’e karşı Diyanet İşleri Başkanlığı’da harekete geçmiştir. Diyanet TV’de kendisi aleyhine bir programın yapılmış olması, bürokratik din kurumunun da örgütlü kampanyanın arkasında olduğunu göstermektedir. Kurumsal din, sivil, bireysel, sosyal ve çoğulcu nitelikte değildir. Kurumsal din, gücünü sürekli olarak siyasal otoritenin gölgesinde yaşamaktan almaktadır. Sahih ve sahici insani dindarlık, devlete yaslanmayan ve devletin gölgesinde yaşama ihtiyacı duymayan dindarlıktır.
Kurumsal dinin söyledikleri, günümüz insanlarını, özellikle gençleri, eğitimlileri ve kentli grupları tatmin etmemektedir. Kadın, cariye, kölelik, evlilik, şahitlik,  cihat,  el kesme gibi şeri cezalar, faiz gibi konularda kurumsal din temsilcilerinin, tarikatlarının ve cemaatlerinin söyledikleri şeyler, tatmin edici bulunmamaktadır.
Mustafa Öztürk gibi akademisyenlerin teknolojik imkanları kullanarak bu konularda farklı açıklamalar yapmaya çalışmaları, toplumda ilgiyle karşılanmaktadır. Yaşar Nuri Öztürk ve Mustafa Öztürk gibi akademisyenler, farklı toplum kesimleri tarafından dini alana yeni soluk getirmeye çalışan kişiler olarak değerlendirilmektedir.
Tarikat ve cemaat sözcüleri, yeni şeyler söylemek yerine, Öztürk gibilerinin söylemeye çalıştıkları fikirleri onlarla birlikte susturmaya çalışmaktadırlar. Kur’an’ı ve Ehl-i Sünnet’i müdafaa adı altında farklı fikir sahiplerine karşı linç kampanyaları organize eden tarikatlar ve cemaatler, insanların dini alandaki ihtiyaçlarını anlamamaktadırlar. Kurumsal din, toplumu anlamak yerine kendisini Allah’ın ve Kur’an’ın temsilcisi ve savunucusu olarak konumlandırarak toplumun kendilerine mahkum olduğunu dayatmaya kalkmaktadır.
Tarikatlar ve cemaatler, Allah adına topluma öğretilmiş çaresizliği dayatmaktadırlar. Allah’a ibadet eden ve aklını kullanan ahlaklı insanlar olmak için tarikatlar ve cemaatler tek yol değildirler. İnsanlar, hiçbir dini yapıya, görüşe, mezhebe, tarikata veya kişiye  mahkum değildirler. Herkes, kendi ihtiyaçlarına ve ideallerine uygun şekilde dindarlık tecrübesini yaşama özgürlüğüne, özgünlüğüne ve onuruna sahiptir.
Şu anda tarihselcilik tezi bağlamında bir dini kaynağın ilahi veya insani olduğu konusu şeklinde bir tartışma yapılmamaktadır. Dinbazlık, iktidardır. Din adına sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve düşünsel iktidarı ellerinde tutan kişiler ve kurumlar, iktidarlarının sorgulanmasına yol açacak hiçbir düşünsel farklılığa izin vermemektedirler.
Tehdit gördükleri kişileri, düşünceleriyle birlikte etkisizleştirmektedirler. İbni Sina ve Farabi gibi filozofların kafir ilan edilmesinin nedeni, dini korumak değil, iktidarı korumaktır. Selahaddin,  Suhreverdi’yi iktidar için katletmiştir.  Hallac, iktidarı ve çıkarları korumak için katledilmiştir. İbn Rüşd’e yönelik linç girişimlerinin arkasında bir grubun iktidarlarını ve çıkarlarını koruması vardır.
Kindi’nin baskılara maruz kalmasının arkasında iktidarı korumak arzusu vardır. Biruni’nin hocası Abdüssamed’in Gazneli Mahmut tarafından öldürülmesinin arkasında siyasal ve sosyal iktidarı koruma amacı vardır.
İbni Sina, Gazneli Mahmut tarafından öldürülmemek için köşe bucak kaçmak zorunda kalmıştır. Harizmi ve Cahız gibi düşünürler, kafir ilan edilerek susturulmuşlardır. Fazlur Rahman,  Nasr Ebu Zeyd ve Abdülkerim Sürüş egemen güçlerin baskıları sonucu ülkelerini terk edip Avrupa ülkelerine  sığınmak zorunda kalmışlardır.
Öztürk’ün vahiyle ilgili yorumlarını öne sürerek meseleyi iman-batıl mücadelesine dönüştürmeye çalışan kişiler ve gruplar bulunmaktadır. Mesele, bir teolojik tartışma değildir. Mesele batıl çıkarlarını ve güçlerini korumak uğruna dini, Kur’an’ı ve Allah’ı kullananların güç ve çıkar sapkınlığıdır.
Din adına hurafelerini, menkıbelerini ve cehaletlerini pazarlayan şarlatanların ve sahtekarların, peygamber terliği, yanmaz kefen ve cennet-cehennem manzaralı kabir satışlarına toplum olarak şahit olduk. Bütün imkanları kullanarak menkıbe, hurafe ve safsatalarını din diye dayatanlara karşı toplumsal bir tepki gösterilmiş değildir.
Hurafelerini, cehaletlerini ve safsatalarını din diye pazarlayanlar, bir akademisyeni linç edebilmekte, kendilerini dinin, Kur’an’ın ve Ehl-i sünnetin savunucusu olarak sunmak suretiyle iktidarlarını ve çıkarlarını korumayı başarabilmektedirler.
Dün olduğu gibi bugünde din, Kur’an ve ehl-i sünnet kavramları kullanılarak tarikatlar, şeyhler, cemaatler, hocalar, bürokratlar ve siyasiler, iktidar mücadelesi vermektedirler. Mesele vahiy konusunda farklı bir yorumun ortaya konmasından ibaret değildir.
Aslında ortada böyle bir tartışma da bulunmamaktadır. Din adına sosyal ve ekonomik iktidarı elde tutmak için yürütülen primitif bir linç girişimi bulunmaktadır. Güç ve çıkar için yürütülen hiçbir linç saldırısı, kutsal olmadığı gibi insani ve ahlaki de değildir.
Felsefi, sanatsal, bilimsel tecrübelerimizi tartıştığımız, konuştuğumuz ve sorguladığımız gibi, dini tecrübelerimiz üzerinde düşünmeli, konuşmalı ve sorular ortaya koymalıyız. İfade özgürlüğü, insanın insana, tabiata, kutsala, tarihe, topluma kısacası her şeye dair düşüncesini dile getirmesi için vardır. İnsan, düşüncesiyle ve düşüncesini ifade etmesiyle insandır. İnsan tarafından ifade edilen bütün düşünceler eşit şekilde akademik, entelektüel, bilimsel ve sosyal platformlarda yapıcı ve verimli şekilde konuşulmalı ve tartışılmalıdır.
Sapık, batıl ve mürtet suçlamalarıyla bir düşüncenin kişiyle birlikte ötekileştirilmesi, değersizleştirilmesi ve hiçleştirilmesi, insanın ve ifade özgürlüğünün inkarı anlamına gelmektedir.
Gerçek anlamda bir teolojiye sahip olmak için, dini tecrübeye dair sahici teolojik sorunların ve tartışma alanlarının oluşturulması gerekmektedir. Teolojinin yok edildiği yerde kurumsal din güçlerinin hurafeleri, safsataları, menkıbeleri, hezeyanları cehaletleri ve fanatizmleri egemen olmaktadır.
Özgür ve çoğulcu teoloji yokluğundan dolayı cahil ve hurafeci kurumlar ve kişiler,  despotik bir şekilde tehdit gördükleri düşünceleri ve kişileri iktidarlarını sürdürmek için etkisizleştirmekte ve linç etmektedirler. Dinbazlığın özgür ve çoğulcu teolojiye müsaade etmeyen despotizmi, akıl, ahlak, özgürlük, barış, çoğulculuk, bilim ve adalet çerçevesinde insani gelişimi gerçekleştirmemizin önünde engel oluşturmaktadır