Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Yeni Oryantalizm

1978 yılında Filistin ve Arap asıllı ABD’li Edward Said’in “Orientalism” (Oryantalizm) kitabı yayınlandı. Başlık bir şekilde Doğu ile Batı arasında 19’uncu yüzyıl ile 20’inci yüzyılın başlarında küresel düşünceye yerleşmiş o eski ayrımı hatırlatıyordu.
Aslında bu ayrımın kaynağı, Batı ve Avrupa, sömürgeci veya öyle olmaya gayret eden ülkelerdeki farklı Avrupa ekolleriydi.
Dolayısıyla Oryantalizm ve onu takip eden “Covering Islam”* kitapları, özünde, Doğu, ilerleme, modernleşme ve gelişme yeteneği hakkında küçümseyici fikirler taşıyan Doğu ve Batı arasındaki bu keyfi ayrımdan kaynaklanan, İslam, Ortadoğu, Arap dünyasındaki insanlar hakkındaki fikir ve kalıplara bir tür direnişti.
Bu iki yüzyılda, önceki yüzyıllarda Avrupalı ​​seyyahların Doğulular, duyguları, şiirleri, yıldızları ve berrak semaları hakkında oluşturdukları romantik düşünce ortadan kalkmış, yerini sömürgecilerin deneyimleri almıştı.
Sömürgeleştirdikleri ülkelerdeki tebaalarının sömürgeci ülkelerin sistem ve düşüncelerini benimsememeleri, sömürgecilerin sabrını tüketmişti. Edward Said ve kitapları bir şekilde sadece Doğu’yu rötuşsuz ve olduğu gibi göstermiyordu, aynı zamanda Batı’yı (Occident) neyin bu kanaati benimsemeye, toplumlar ile ahlaklarını yargılamak için ölçütler belirlemeye sevk ettiğini de açıklıyor ya da gün yüzüne çıkarıyordu.
1970'lerden bu yana zaman ve küresel durum çok değişti. İlk büyük değişiklikler, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünün yanında, dünyanın birçok ülkesinin demokratik ve barışçıl iktidar değişimine dayanan sisteme, pazar ekonomisine ve kapitalizme yönelmesidir. Entelektüel çevrelere ise her şeye karşı birey olarak insana öncelik veren liberalizm düşüncesi hakim oldu. Bu değişimlere dayanan bakış açısı, Arap dünyasını "tarihin sonuna” dönüşen sisteme uyum sağlayamayan istisnai bir durum olarak kabul etme algısını ortaya çıkardı. Buna göre Arap dünyasının bir yönelimi varsa o da “medeniyetler çatışmasıdır. Fukuyama ve Huntington’un fikirleri, 21. yüzyılın entelektüel çerçevesini belirlemeyi amaçlıyordu. İkisinin de kaynağı Batı, özellikle de ABD ve üniversiteleri, siyaset ve düşünce sistemine bağlı araştırma merkezleriydi.
Yeni yüzyılın ilk 10 yılından sonra Batılı düşünür ve araştırmacılar, oryantalistler tarafından “Arap Baharı” adı verilen olayları, istisnanın insanlık için en mükemmel olduğunu tasavvur ettikleri entelektüel modele yaklaşarak müstesnalığına karşı çıkışı olarak gördüler.
Ne var ki Arap ülkelerinde devrim, ayaklanma ve isyanların başlamasından bu yana geçen 10 yıl boyunca, hayal kırıklığı ve hüsran Amerikan entelektüel çevrelerin çoğuna egemen olmaya başladı. Nedeni de devrimler sonucunda yine eski rejimlerin döndüğü ve “istisnanın” bir kez daha uluslararası bilgeliğin dışında kaldığı düşüncesiydi. Avrupalı çevreler de genellikle bu düşünceyi hemen benimsediler.
Bu dönemde birçok şaşırtıcı husus da vardı. Bunların ilki, Batı ve Doğu ülkelerinin tarihinin devrimler, iç savaşlar ve küresel savaşlardan sonra gelen veya üretici güçler ve teknolojilerindeki değişimleri takip eden istisnai koşulların ışığında söz konusu bilgeliğin eleğinden geçmemiş olmasıdır.
Bilhassa ABD’de, Amerikan devrimi deneyimi ve onu takip eden Fransız Devrimi düşüncelerinin reddedildiği, Bağımsızlık Bildirgesi’nde insan haklarına yer verilmesine rağmen köleliğin anayasada yer aldığı dönem özümsenemedi. İç savaş sonrası deneyimi de bundan çok farklı değildi. Nitekim iç savaş sonrası yapılan anayasal düzenlemeleri, köleliği başka bir yolla pekiştiren Jim Crow Yasaları takip etmişti.
İkinci husus, geçmiş 10 yılda yaşanan deneyimin ve ona eşlik eden “beyaz ırk” sağcılığının yükselişinin, Avrupa’da yayılmasının, İngiltere’nin AB’den ayrılmasının, entelektüel modelin kendi vatanında da gelişmiş olmadığına dair bir tanıklık sunmuş olmasıdır.
Üçüncüsü, sözde Arap Baharı’nı yaşayan ülkelerde olup bitenlerin araştırılıp açıklanmaya çalışılmamasıdır. Bunun nedeni, bu olayları takip edenlerin benimsediği basit denklemdi; bu, demokrasi isteyenler ile kendisine karşı çıkanlar arasında bir mücadeledir. Buna göre devrimci gençlerin tek hedefi “rejimi devirmekti.” Ancak, bundan sonra bu ülkelerde ne bir Thomas Jefferson ne de Jean-Jacques Rousseau ve tek bir demokratik diyalog gerçekleştiren yeni bir sistem ortaya çıkmaması önemli değildi. 2016’da Mısır’ın Tahrir Meydanı’nda milyonların ne o zaman ne de şimdi adını bilmediği bir siyasi grubun varlığı onları ilgilendirmiyordu.
Dördüncüsü, İhvan’ın (Müslüman Kardeşler) devrimci güçlerin kontrolünü nasıl ele geçirdiği gizemidir. Kontrolü ele geçirmesini sağlayan; aşırılık, terörizm, kadınlara ve diğer azınlıklara karşı hoşgörüsüzlük hakkında belgelenmiş ve bilinen tüm gerçeklerin ihmal edilmesi ve onun Batı'daki Hristiyan Demokrat partilerden pek de farklı olmayan ılımlı bir demokratik grup olduğu iddiasıydı. Yaşananlar işte bu şekilde çarpıtıldı.
Beşincisi, son 10 yılın tamamının ve özellikle de korona pandemisinin yaşandığı son yılın, ilerlemenin, modernliğin, insanların ihtiyaçlarının karşılanmasının ve insan onuruna uygun bir yaşam için gerekli temel hakların sağlanmasının Batı çerçevesi dışında da gerçekleşebileceğini göstermesidir. Bunun diğer ülke, siyasi ve sosyal sistemlerde de mümkün olduğunu ortaya koymasıdır.
Yeni oryantalistlerin diktatörlük, otokrasi, despotizm ve oligarşi gibi kavramları (her birinin kendi tanım ve sınırları olmasına rağmen) birbirine karıştırma tercihi kontrolden çıktığında, Doğu'da budala ve akılsız yüzlerden başka bir şey görmeyen eski oryantalizmin kötü hatıralarını yeniden gün yüzüne çıkarıyor.
Aslında, devrimlerle başlayan ve salgınla biten 10 yılın Ortadoğu’ya karşı acımasız olduğunu hiç kimse tartışmıyor.
Ölüler, yaralılar, mülteciler ve yıkılan şehir ve medeniyetler gibi bedelinin büyük olduğuna da şüphe yok. Ancak zamanın döngüsünü, eski rejimlerin dönmesi ve yeniden kök salması için değiştirmediği de kesin.
Gerçekte olanlar bizlere, toplumsal kaosun, kalkınma, reform ve değişim için en uygun ortam olmadığı, aksine herkesin herkese karşı olduğu savaşlara giden yol olduğu, ister karşı görüşler isterse diğer dini gruplar ve azınlıklara karşı olsun kışkırtmanın, ifade özgürlüğü için en doğru yöntem olmadığı dersini vermiştir.
Devam eden devrimler ilerlemeyi sağlamasalar da geçmişe dönmek de artık mümkün ve kabul edilir değildi. Gerek değişim gerekse modernleşme ve ilerlemeyi sağlayacak olanın devrim değil de reform olduğu ortaya çıkmıştı.
Ortadoğu’nun yangınlarını yatıştırmak için birçok adım atılırken, sözde bahardan kurtulabilen ülkeler de daha önce hayal bile edilemeyen derin bir modernizasyon başlattılar. Kadınların haklarına kavuşmaları, halihazırda Arap ekonomilerinin lokomotifi olan petrole pek çok  alternatif yaratılması, ekonomi reformunun gerçekleştiği gibi derin olması, ne eski rejimler ne de devrimci grup ve tabii ki kendisine model olarak İran siyasi sistemi seçen Müslüman Kardeşler saflarında mümkündü.
İlginç olan, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası veya modernite ile ilgili çeşitli konularda derecelendirme ve sıralama yapan, ayrıca ilerleme seviyelerini takip eden küresel finans kuruluşları gibi uluslararası kurumların raporlarını yakından takip etseler de, yeni oryantalistlerin bu reform ve modernizasyonu hiçbir şekilde takip etmemeleridir.
Dünyada meydana gelen çeşitliliği, ulusların bir durumdan diğerine geçebilmek için çeşitli aşamalara ihtiyaçları olduğunu bilmeyen oryantalist ölçütler, yaşananları ve Arap ülkelerinde gerçekte olup bitenleri görmezden gelerek, daha görevine başlamadan Biden yönetimini ele geçirmeye çalışıyor gibi görünüyorlar.
*Türkçesi: Medyada İslam: Gazeteciler ve Uzmanlar Dünyaya Bakışımızı Nasıl Belirliyor? Metis Yay.