İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İran, Biden'ın Ortadoğu politikasını erkenden test ediyor

Her yeni ABD yönetiminin görev süresinin başlangıcında genellikle bir tanışma, yoklama ve niyetleri test etme dönemi olur. Mamafih, özellikle uluslararası siyasi ilişkilerde sahip olduğu uzun kariyerinden yola çıkarak yeni Demokrat Başkan Joe Biden yönetiminin böyle bir tanışma dönemine ihtiyacı olmadığına inananlar var. Öte yandan, özellikle Ortadoğu bölgesinden bahsedecek olursak, bölgenin güvenliği üzerinde en büyük etkiye sahip iki güç de – bununla İsrail ile İran’ı kastediyorum, tabii ki Türkiye’nin ağırlığını da unutmadan – Washington’daki atmosfere hiç yabancı değiller. ABD-İsrail stratejik ilişkileri her zaman iki ülkedeki hükümet veya yönetim değişikliklerinden daha güçlü oldu. İran ise ancak son yıllarda ABD’de derin ve geniş ilişkiler, çıkarlar ağı kurmayı başarabildi. Ahtapot kolları, medyadan petrol şirketlerine,  İslami örgütlerden kendilerini ilerici olarak tanımlayan gruplara, üniversitelerden araştırma merkezleri ve halkla ilişkiler gruplarına, ABD içinde genişlemeyi başardı. Arap dünyası ABD ile tarihi dostluk romantizmi içinde kendisini güvende sanırken, Washington’daki İran lobisi Mollalar rejimine hizmet ediyor, etki koridorları ve karar salonlarında rejimin adamlarının önünü açıyorlardı.
Nitekim İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, İbrahim Reisi veya Kasım Süleymani'nin tam bir kopyası olmayabilir, ama tüm çaba ve bilgisini onların amacına hizmet etmeye adadı. ABD’deki üniversite eğitimi ve iş hayatı sırasında, ABD’deki aktif İran lobisinin inşasına büyük katkıda bulundu.   
Profesör Veli Nasr – Seyyid Hüseyin Nasr’ın oğlu-, Profesör Muhsin Milani ve onlar gibi birçok İran asıllı Amerikan vatandaşı, Mollalar rejiminin bazı yetkililerinin abartılı saçmalıklarına veya İran Devrim Muhafızları generallerinin kahramanlık taslayan kışkırtıcı açıklamalarına tam olarak katılmıyor olsalar da, İran’ın bölgesel emellerini reddetmek veya kabul etmek söz konusu olduğunda tercihleri net. Bunlar ve diğerleri İran'ın saldırıya uğrayan konumunda olduğuna ve bu nedenle, kendini savunma hakkına sahip olduğuna inanıyor. Aynı şekilde, Tahran'ın Sünni Arapları Saddam Hüseyin'den (hatta ondan önce) el Kaide ve DEAŞ dönemine kadar "şeytanlaştırmak" konusundaki ısrarında hiçbir zarar görmüyorlar.
Görünüşe göre İsrail içindeki bazı radikal güçler ve ABD içinde onlara bağlı taraflar da uzun bir süredir Washington'da İran etkisinin artmasından çeşitli sebeplerle memnunlar.
Birinci sebep, Şah dönemindeki İsrail-İran ilişkileri, İran'ın Türkiye ile birlikte Bağdat Paktı’ndaki (daha sonra CENTO adını aldı) önemli rolü ve bu iki ülke ile İsrail arasındaki diplomatik ilişkiler.
İkincisi, İsrail ve İran’ın düşmanları ortaktı; Arap ülkeleri ve özellikle de Mısır, Suriye ve Irak'ta geçen yüzyılın ellili yıllarından itibaren iktidarı ele geçiren rejimler.
Üçüncüsü, Humeyni İranı'ndaki devrimc siyasi söylem ne kadar radikal olursa olsun, bu İran’ın İsrail ile kara sınırı yoktu. Sonuç olarak, kendisine askeri bir tehdit oluşturmuyordu.
Dördüncüsü ve belki de en önemlisi, güçlü mezhepçi milis yaklaşımıyla İran rejimi, İsrail sağının güvenlik hesapları için paha biçilmez değerde bir İslami bölünme durumu yarattı ve Sünni-Şii çekişmesini meydana çıkardı. Nitekim çoğu İsrail’de Likud’un başını çektiği sağ kanada yakın Yeni Muhafazakarların (neo-conlar) 2003'te Irak'ın işgalini desteklemelerinden sonra Washington, Irak'ı altın bir tabak içinde İran'a sunmuştu.
Beşincisi, 2003'ten sonra Tahran ve müttefiki Suriye rejimi, Amerikan güçlerini rahatsız etmek, işgal altındaki Irak'tan ayrılmalarını ve kendisini İran’a bağlı milis gruplar ile siyasi vitrinlerine bırakmalarını hızlandırmak için Sünni el Kaide grupları kullandılar. Suriye-Irak sınırından Irak’a sızmalarını kolaylaştırdılar. Sünnileri şeytanlaştırma planı daha sonra DEAŞ’tan yararlanılıp, Irak içinde Musul’u ele geçirmesi, Suriye’de ise barışçıl halk devrimini bitirmesi sağlanarak doruğa ulaştı.
Bütün bu aşama boyunca, İran’ın emellerini zapt etmek ne ABD ne de İsrail’i gerçek anlamda ilgilendirdi. Tam aksine, tam anlamıyla usta bir hamle sayılan DEAŞ’ın yaratılması, eski ABD başkanı Barack Obama’yı İranlıların Sünniler gibi “intihar eylemci” olmadıklarına, dolayısıyla Suriyelilerin kanı ve parçalanmış ülkeleri pahasına onlarla anlaşabileceğine ikna etti. Hatırladığımız gibi yeni ABD Başkanı Joe Biden’ın başkan yardımcılığı görevini yürüttüğü Obama yönetimi, 4 Arap ülkesindeki askeri yayılmalarını ve milis gruplarını, siyasi hırslarını tamamen göz ardı ederek İranlılar ile nükleer anlaşma için gizlice müzakereler yürütmüştü.
Demokratların ABD başkanlığını kaybettikleri ve Donald Trump’ın Washington’un İran ile imzalanan nükleer anlaşma ile ilişkisini sonlandırdığı 2016’dan sonra bile, sahadaki durum değişmedi. Trump, ABD güçlerini Irak'tan çekme sözünü yerine getirdi ve onu İran milislerinin insafına bıraktı. Suriye’de savaşının İran ve Rusya tarafından desteklenen Esed’e değil sadece DEAŞ’a karşı olduğunu düşündü. Aynı şekilde Trump, Lübnan’ı Hizbullah, Yemen’i Husilerin işgalinden kurtarmak için hiçbir şey yapmadı.
Dolayısıyla, 4 yıl sonra, Washington'un bölgedeki karmaşık sorunlara ilişkin anlayışında bir değişiklik olduğu ümidine rağmen bölgesel sahne halen olduğu gibi, değişmedi. Keza İran Devrim Muhafızları’nın sınırlarına kadar ulaşmasından sonra İsrail’in göz yumma politikasından vazgeçtiği umuduna karşın bir değişiklik yok. İsrail şu anda iki seçenekle karşı karşıya; İran’ın kaçındığı ve kendisinin de istemediği savaş ya da bedelini sadece Arapların ödeyeceği büyük bir bölgesel pazarlık sonucunda İran milislerinin İsrail’in resmi sınır korumaları olmaları. Biden'ın Ortadoğu dosyalarıyla ilgilenmek için seçtiği ekip, özellikle de Robert Malley gibi isimler  "Obama dönemi"nin mirası ve bu epey rahatsız edici. Ancak öte yandan, Washington'un İran ile herhangi bir müzakere sürecine Arap ortaklarını da dahil etme konusunda istekli olduğu görülüyor. Aynı şekilde bu kez müzakereler aleni olup, nükleer dosyayla ilgili teknik ayrıntıların yanı sıra politik endişeleri ve geleneksel cephaneleri de içerecek gibi de görünüyor.         
Bu erken belirsizliğin ortasında, Bağdat’taki bombalı eylemler, Suriye’deki hava saldırıları, Lübnan’ın siyasi ve ekonomik olarak daha fazla imhası, Suudi Arabistan’a yönelik Husi roket saldırılarının yeniden tırmanması yoluyla İran'ın - ve dolaylı olarak İsrail'in – aslında Biden yönetiminin niyetlerini test ettiklerini anlıyoruz.