Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Vatanseverlik ve milliyetçilik hakkında konuşmanın ne faydası var?

Bir meslektaşım, her ne kadar vatanseverlik ve milliyetçilik hakkında konuşmanın faydalı olduğunu düşünsek bile bunu ertelemenin bir zararı olmadığını söyledi. Ben de kendisine korona salgını için çare bulunmadığı sürece her şeyin ertelenebileceğini belirttim. Fakat “kendine dönmek” bana daima kronik bir görevmiş gibi görünmüştür. Toplumlar, özellikle de geçiş dönemlerinde buna dikkat etmelidir. Kendine dönmenin ve bunun üzerine düşünmenin tek amacı iki soruyu yanıtlamaktır. Bu meselelerden ilki şudur: Yolumu ve amacımı belirleyen ben miyim yoksa ‘büyük ağabey’ tarafından yönetilen kalabalığın parçası mıyım? Ya da ‘kolektif bir zihin’ tarafından bilmediğim ve belirlenme sürecine dahil olmadığım bir amaca doğru mu sürükleniyorum?
Diğer konu ise şu: İnsanın doğası gereği bir topluluğa bağlı olduğunu biliriz. Fakat bu toplulukla olan ilişkisi, özellikle de kıyas ve seçim gerektiren durumlarda, söz konusu topluluğu tanımlama hususundaki ciddi bir soru da beraberinde gelir. Muhtemelen değerli okurlarımın çoğu 1990'larda Arap ülkelerinde İslam’a-Araplığa ve vatana aidiyet arasındaki karşılaştırmaya ve hangisinin daha üstün olduğuna ilişkin tartışmaları hatırlayacaktır. Bir aidiyetin nesnesi olan bu büyük olgular gerçekte hangi ailenin, kabilenin, bölgenin, mezhebin ve dini veya politik akımın öncelikli olduğu gibi bir tartışmanın kılıfıydı. Bilgiçlik taslayan ve dini unvan sahibi olanlardan bazılarının bir akımın veya bir siyasi grubun üstünlüğünü haklı çıkaracak bir bağlam ortaya koyduğunu ve ‘müminler topluluğu’ adı altına sığındığını biliyorum.
Bir milletin, -bir gün ‘sürü zihniyeti’ denilen alaycı bir ifadeyle küçümsenebilecek ya da bir başka gün en iyi, en hayırlı millet olarak abartılabilecek- gerçek bir topluluk olduğunu söylemeliyiz. Her halükârda milletin realitede ve zihinde var olan bir gerçeklik olduğu inkâr edilemez. Bir milletin varlığı ise insanın ona ait olma ihtiyacıyla bağlantılıdır. Bunun insan ruhundaki en güçlü arzu olan hayatta kalma ile bağlantılı bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu bağlantı, bir zayıflık yahut tehlike hissettiğinde insanın davranışında açıkça görülür. Ayrıntılarda bazı durumlara karşı çıksa bile insan bir gruba katılmaya, ona sığınmaya ya da onunla kendi konumunu desteklemeye oldukça meyillidir.
Burada milletin dokunulabilecek ve tanımlanabilecek bir araba, at ve ağaç gibi maddi gerçeklerden ve aklın açıklığı kavrayışlarından olmadığını söylemeliyim. Ancak yine de bunlardan daha az açık değildir. Bu türden itibari gerçeklikler, -yani farklı asırlarda insanların doğruluğu ve gerçekliği üzerine hemfikir oldukları bu durumlar- gerekçelendirilmeye muhtaç değildir. Mesela düzenin iyi, kaosun kötü olduğunu söylemek de böyle bir şeydir.
Buradan hareketle diyebiliriz ki millet, birleşik bir tasavvur etrafında bir araya gelmiş insan topluluğudur. İnsanları birbirine bağlayan bu bağın içeriğinin, gücünün veya değerinin derecesi ise topluluğun üyeleri tarafından oluşturulan, nesilden nesle geliştirilen ortaklıklarla belirlenir. Yani bir millet kendinde ‘kutsal bir gerçeklik’ değildir. Daha ziyade küçük insan toplulukları gibi zamanın zorlukları ve dönüşümleriyle etkileşimi bağlamında değerlerini ve normlarını geliştirir ve değiştirir.
İnsanlar bu bağlantıyı düşündüklerinde zihinlerine şimdiki zamanın değil, düşsel geçmişin görüntüsü gelir. Bunu ister kabul ister reddetsinler kendilerini ondan yoksun veya ayrı olarak hayal edemezler. Bu durumda millet, irademiz doğrultusunda şekillenen bir gerçekliktir. Bizim irademizden bağımsız ya da onun üzerinde nesnel bir vasfı yoktur.