Hazım Sağıye
TT

Hakkın hakikate karşı savaşı

Hakikat ve hak kelimesinin aynı kökten gelmesi sebepsiz değildir. Yine de ikisi arasındaki farklar çoktur. Hak; geniş, soyut ve kimi zaman tartışmalı olabilen, sahibi olduğunu iddia eden kişinin her zaman kanıtlaması zor bir kavramdır. Hak talebinde bulunanlar, hakkı kendilerinden farklı düşünenler veya muhalif olanlar paylaşabilirler. Zira diğerleri bu hakkı veya en azından bir kısmını talep ediyor olabilirler. Hakikat ise küçük ya da büyük olsun somut, yanlış yorumu kabul etmeyen, iki taraf arasında paylaşılamayan (çünkü faili ve mağduru açık ve net), varlığı kanıtlanabilen, gizli veya örtülü ise açığa çıkarılabilen bir olaydır.
Hakikat esasında fikirler ve tartışmalar yoluyla ortaya çıkarılmaz, araştırma, deneme yanılma, adli soruşturma ve polis gücü kendisini ortaya çıkarma rolünü oynar. Hak, mutlaka toplanmış veya biriktirilmiş hakikatler olmadığı gibi, onların ne karşıtı ne de düşmanı değildir. Durum böyle olunca, bu hakkın geçerliliği ve bunun bir hak olduğu iddiasının doğruluğu konusunda bir ikilemle karşı karşıya kalıyoruz.
Bu durum, özellikle hakkın tamamına hem de istisnasız tamamına sahip olduğunu iddia edenler için geçerlidir. Bu kişilerin iddialarını desteklemek için bazen yeryüzündeki argümanlar da yetersiz kalır, bu yüzden iddialarını pekiştirmek için Allah adına konuştuklarını öne sürerler. Böylece kendilerini Allah’ın partisi veya Allah’ın destekçileri atayıp, kutsalları kendi sahalarına çekerler.
Ancak aynı yol onları tüm hakikatlerle de karşı karşıya getirebilir. Onları yalanlar, inkar eder, tahrif eder, ortaya çıkmasını engellemek için bilenleri öldürürler. Onlar için hakikatler, haklarına karşıdır. Bu durumda olanların haklarının hak olması zordur. İster bölgemizde isterse dünyada olsun hak ile hakikatin arasındaki çekişme nispeten eskiye dayanır. Hak her zaman özgürlüğe, yargıya ve sayılara şüpheyle yaklaşmıştır, çünkü hepsi farklı şekillerde hakikate götüren unsurlardır. Ancak bu durum, genellikle uzun bir süre olduğu gibi kalmaz. Bu salt hakkın bir kısmı zamanla gerekçelere dönüşebilir. Bir kısmı da zamanın gerisinde kalır veya deneyimler tarafından test edilir ama başarısız olur. Öte yandan zamanla hakikati bilenlerin, keza bu hakkın onlara maliyetinin yokluğundan daha fazla olduğunu canlarıyla keşfedenlerin sayıları da artabilir. Nitekim ellili yıllardan beridir çok değişmeyen söz konusu hakkın propagandalarından sıkılanların sayısı gittikçe artıyor. Bahsedilen hakkın, bizzat destekçileri için güç ve kazanç kaynağı iken kendilerine gelince bir boyun eğdirme ve yağmalama aracı olduğu birçok kişi tarafından keşfediliyor. Genel olarak, bu "hak" yavaş yavaş hakikatin karşıtı haline gelirken, onunla bir arada yaşayamaz hale geliyor. Hatta hakikatin ortadan kaldırılması ve yok edilmesi onun sürdürülebilirliğinin koşuluna dönüşüyor.
Hak ile hakikat arasındaki çelişkiyi reddeden ve olmadığı konusunda direten bazı tipik örnekler var ve bunlar artık çok iyi biliniyorlar. Totaliter rejimlerde, örneğin, bilimsel ve diğer hakikatler ile bu rejimlerin savunduğu hakkın uyumlu olduğu iddiası devam ediyor. Bu nedenle söz konusu hakkı savunan rejimler, yıkılana kadar gerçekleri tahrif etmeye veya uydurmaya, yalanları genelleştirmeye, onların haklarıyla çelişen hakikatlerden elde ettiği sağlam verileri sunanları ve gözlemlerini anlatanları cezalandırma yoluna giderler. Onlar için hakikat, Baas Partisi’nin bilindik bir ifadesindeki gibi, “ulusun ruhuna hakaret”e dönüşür. Amerikalı araştırmacı Lisa Wedeen, Esed Suriyesi’nde söylenen her şeyi “sanki böyle” denkleminde tanımlamıştı. Yani gelin hep birlikte  yalan söyleyelim ve doğru olduğuna inanır gibi görünelim. Biden’dan önce Polonyalı şair ve romancı Czesław Miłosz, “Tutsak Edilmiş Akıl” kitabında, bize Polonya komünizmi ışığında sözlerin nasıl dönüştürülüp tahrif edildiğinden, (kimseyi kimseye iletmeyen) iletişimde gizleme veya takiyyenin benimsendiğinden bahsetmişti. Nitekim birkaç gün önce meslektaşımız Amr Kaddur da, tabii ki şaka yolu, Lokman Salim’i İsrail’in öldürdüğünü söylememizi önermişti. Böylece konuyu kapatmış ve hak sahiplerinin istedikleri gibi hakikati boğmuş olurduk.
Özellikle Lübnanlıların 2005’ten bu yana öğrendikleri şeyler inanılmazdır. Refik Hariri suikastı ve ondan sonra peş peşe yaşanan ve politikacıları, gazetecileri ve subayları hedef alan suikastlar dizisinin ardından hakikatin bilinmesi en büyük talebe dönüşmüştü. Gelgelelim sadece 1 yıl sonra, sürüklendiğimiz bir savaş ile hakikatin engellenmesi için yeniden haktan yardım diler hale geldik. Çünkü arkasına ABD’yi almış İsrail ile mücadele ederken, bu suikastların failini bilme talebi zamansız bir talepti! Böylece yargı ile direniş karşıt taraflarda konumlandırıldı. Tespit edilmesi imkansız olan ile tespit edilmesi mümkün olan karşı karşıya getirildi. Kabul edilen tek hakikat; Hariri’yi İsrail’in öldürdüğü oldu. Çünkü bu hak ve sahipleri için en uygun hakikatti. Aksi ise İsrail’i temize çıkarmaya çalışmak anlamına geliyordu.
Yıllardır bizde hakikat hakkın aleyhine işliyor. Aynı şekilde yıllardır hak da hakikatin aleyhine işliyor, onu inkar ediyor, tahrif ediyor, gizliyor, bilenleri ve savunanları öldürüyor. Bu, kesinlikle gerçek bir hak olamaz.