Sam Mensa
TT

Uzlaşıların saflığı, Biden’ın ılımlılığı ve İran’ın tavizsizliği

Medya organları, ABD yönetiminin Tahran ile ilişkilerini özellikle de nükleer dosya  konusunda ne yapmayı planladığını öngörmeye çalışan analiz ve haberlerle dolu. Görünüşe göre hepsi olmasa da çoğu, doğru ya da yanlış, önümüzdeki dönemde bir ABD-İran uzlaşısı gerçekleşeceği eğiliminde.
Gerçekte ise asıl önemli olan, Washington'un Yemen'deki Husi Ensarullah Hareketi’nin adını terör örgütleri listesinden çıkarması, ABD yönetimi ve Kongre’nin F-35 savaş uçağı başta olmak üzere Suudi Arabistan ve BAE ile silah anlaşmalarını gözden geçirmesi, İran'a yönelik tüm BM yaptırımlarını tekrar uygulamaya imkan tanıyan mekanizmanın hayata geçirilmesi kararını iptal etmesiyle ilgili haberlerdir.
AB’nin gelecekte izlenecek diplomatik yolu tartışmak için nükleer anlaşmanın temel taraflarını bir araya getirecek bir toplantı önerisini kabul ettiğine dair söylenenlerdir.
İran'ın Husilerin terör listesinden çıkarılmasına karşılık Lübnan hükümetinin kurulmasına izin vereceğine, Washington’un Lübnan dosyasını Fransa’ya teslim edeceğine, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un başlattığı inisiyatif ile ulaşabileceği sonuçları kabul edeceğine dair kesin bilgilerden ziyade sızıntılar da var.
Fransız inisiyatifine ek olarak, ufukta bir de Moskova inisiyatifi göründü. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mikhail Bogdanov'un Lübnan'daki siyasi çıkmaza son vermek için sunduğu bu inisiyatif ana hatlarıyla Fransa’nın rolüyle kesişiyor.
Bu bilgi ve sızıntılar sepeti, Biden yönetiminin bölgesel dosyalardaki yaklaşımları konusunda yapılan spekülasyonlarla örtüşse de, ABD’nin Husilerin adını terör örgütü listesinden çıkarma ve F-35 savaş uçakları anlaşmasını gözden geçirme kararlarının neden özellikle bu zamanda aldığını anlamak zor. Aynı şekilde, genel olarak, Tahran ile başa çıkmak konusunda başlangıç noktasına yani “Obama saflığına” dönmesinin nedenini anlamak kolay değil. Neden Obama gibi yeni yönetim de, İran ile sorunu nükleer dosya ile sınırlamaya, yükümlülüklerini yerine getirdiği konusunda Tahran’a inanmaya, bölgedeki hegemonyasının temellerini tehdit edebilecek herhangi bir dosyada tavizler verebileceğini kabullenmeye hazır, bunları anlamak da zor.
ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Husileri terör örgütleri listesinden çıkarma kararının daha mürekkebi kurumadan, yeni yönetimi test eden, Suudi Arabistan'daki Abha Havalimanı’nı hedef alan Husi saldırısı ile Irak Kürdistan bölgesindeki Erbil Havalimanı’nı hedef alan roket saldırısı gerçekleşti. Saldırılara İranlı liderlerin ve yetkililerin tehdit edici açıklamaları ve pozisyonları ile Lübnanlı Hizbullah örgütünün Genel Sekreteri'nin sert konuşması eşlik etti. Hizbullah Genel Sekreteri Nasrallah, Maruni Patriği’nin Lübnan krizini çözmek için uluslararası bir konferans çağrısını reddetti. Kurulacak yeni hükümette yer almasının, hükümeti birlikte kuşatacakları, yani kabinenin üçte birinin hükümete köstek olacağı anlamına gelen Hizbullah- Özgür Yurtsever Hareketi ekseni uzlaşısını hayata geçirmeye bağlılığını vurguladı. Böylece Patrik’in çağrısının içini boşaltarak, anlamsız hale getirdi. Yargıya Beyrut Limanı patlamasıyla ilgili soruşturmayı durdurma direktifi verdi. Hizbullah ile İsrail arasında yeni bir savaşı gündeme getirerek, tehditlerinin perdesini yükseltti. Tüm bu gerçekler, İran'ın tavırlarını değiştirmeyeceğini doğruluyor. ABD’nin Husiler konusunda attığı geri adıma, Beyrut'taki konumunu yumuşatma ve 5 aydan fazla bir süredir askıya alınan hükümetin kuruluşunun önünü açarak karşılık vereceğine inanmanın saflık olduğunu kanıtlıyor.
Suya atılan bir taş gibi, Washington’un Husilerle ilgili kararının akisleri devam ediyor. Halbuki Washington, İran’ın Yemen’deki asıl hedefini, yani Husi Hareketi’ni Lübnan ve Maşrık bölgesinde oynadığı rol ve sahip olduğu güç ile Hizbullah’a benzer bir konuma getirmek çabasında olduğunu biliyor. Buna ilaveten, Suudi Arabistan'ın Yemen sınırında bu yoğunluk ve etkinliğe sahip bir İran varlığını hiçbir şekilde kabul etmeyeceğini de bilmiyor değil. Washington, İran’ın temsil ettiği ve nükleer dosyasının ötesine geçip Arap başkentlerini topraklarına ilhak etme hobisine dönüşen tehlikenin mahiyetini, İran'ın genişleme politikasını sadece Yemen'de değil, tüm bölgede sınırlaması (bu konuda resim henüz net değil) gerektiğini anlamadan, bunun gibi adımlar bedeli çok yüksek hatalar olmaya devam edecektir.
Washington’un Beyrut dosyasını Paris’e teslim edeceği ve Cumhurbaşkanı Macron’un içi boşaltılmış inisiyatifini benimseyeceğine dair söylenenler doğruysa hatalarını daha da sürdürecek demektir. Şii İkilisi "Emel" ve "Hizbullah"ın Saad Hariri'nin hükümeti kurmakla görevlendirilmesini teşvik etmeleri, kesinlikle masum bir adım değildi. Her ikisi de Hariri’nin seçilmesinin, diğer siyasi partilerin iştahını açacağının, hükümet ve bakanlıklardan pay almak için çekişmeyi başlatacağının farkındaydılar. Böylece, yeni kurulacak hükümet, Fransız inisiyatifinin önerdiği bağımsızlar hükümeti sıfatını kaybedecekti. Bu da, hükmen ve iç dış güç dengeleri kapsamında Hizbullah’ın yeniden karar alma mekanizmasının kontrolünü ele geçirmesini sağlayacaktı. Buna ek olarak bir de, bakanlıklarda rotasyon ilkesinden geri adım atılır ve Maliye Bakanlığının Şiilere, yani Hizbullah ve Emel Hareketi’ne verilmesi uygulamasına geri dönülürse, siyasette olduğu gibi, ekonomi, finans, reform, yeniden yapılanma meselelerinde başlangıç noktasına geri döndük demektir. Körfez ve diğer büyük Arap ülkelerinin yanı sıra Batılı ülkelerin, ülkeyi kurtarabilecek ciddi yardımlarla katkıda bulunmalarını önüne geçen aynı engeller sürecek demektir.
Bu sözde ABD-Fransa senaryosu, İsrail'in Hizbullah'ın Lübnan ve Suriye'deki askeri kapasitesinin büyümesini ve bu iki ülkedeki İran varlığını reddeden tutumunu unutuyor. İsrail’in bu tutumu, Suriye topraklarındaki İran mevzilerine karşı neredeyse rutin hale gelen askeri operasyonları ve hava saldırıları, İsrailli yetkililerin son açıklamalarıyla somutlaşıyor.
Bu engeller, Fransız girişiminin, sorunun özünü ele almaya çalışmadığı için ölü olarak doğduğunu gösteriyor. Asıl merak ve soru işaretleri uyandıran konu ise, ülkeyi dibe ulaştıran temel sorunları ele almadan kurulacak herhangi yeni bir hükümetten, neleri başarmasının beklendiğidir. Bahsettiğimiz sorunlar; devletin yeniden yapılandırılması, Araplarla uzlaşı ve İsrail’in endişelerinin giderilmesidir. Lübnan dosyasında gerek Araplar gerekse İsrail arasındaki ortak nokta, Hizbullah ve İran’dan kaynaklanan endişeleridir. Devlet yeniden yapılandırılmasının anlamı, Hizbullah’ın kontrolünden kurtulmasıdır. Araplarla uzlaşı ise; Hizbullah’ın bölgenin genelinde İran’ın çıkarları için yürüttüğü yıkıcı rollerinden vazgeçmesi, İran’ın bölgedeki genişlemeci politikalarından caydırılması, Araplarla ilişkilerini normalleştirmesi, bölgenin yaramaz çocuğu rolünü bırakması anlamına geliyor.
İsrail’in endişelerine gelince, Lübnan sınırlarının ve genel olarak Lübnan'ın İsrail’in güvenliğine herhangi bir şekilde tehdit kaynağı olmasını önleyecek anlaşmalar, iki ülke arasında 1949’da imzalanan ateşkes anlaşmasının pekiştirilmesi, kara ve deniz sınırlarının çizilmesi yoluyla giderilebilir. Rusya'nın sarsak rolüne gelince, Lübnan'da başarılı olması için önce Suriye'de başarılı olmalı, ama Rusya şu ana kadar Suriye’de hiçbir konuda başarılı olamadı. Suriye krizine siyasi bir çözüm bulamadı. Beşşar Esed’i Arap ülkeleri ve uluslararası topluma kabul ettiremedi. İran’ın rolünü, özellikle de İsrail’in güvenliğine tehdit saymayacağı ve bölge genelinde patlamalara yol açmasını engelleyecek şekilde kontrol altına alamadı. Mültecilerin geri dönmesi konusunda Suriye rejimine yaptığı baskı ve uluslararası toplumu ülkenin yeniden imarına katkıda bulunmaya ikna etme çabası başarısız oldu. Rusya'nın tüm kafa karışıklığının sebebi, Moskova'nın Tahran’ın yanında konumlanmasından kaynaklanıyor. İran'ın davranışlarını değiştirmesini sağlayamadığı ve onu kontrol altına alamadığı veya bunu yapmak istemediği (her ikisi de olabilir) sürece, Rusya’nın gerek Lübnan ve Suriye gerekse İsrail-Filistin çatışması başta olmak üzere bölgesel çatışmalar düzeyinde etkili ve verimli bir rol oynayacağına güvenmek, boşunadır. Bu durumda Moskova en fazla, İsrail ile Suriye arasında gizemli bir esir değişimine aracılık edebilir gibi görünüyor.
Bu veriler, Biden yönetimindeki ilgili müzakerecilerin Barack Obama yönetiminin deneyimlediği yumuşak diplomasi yoluyla İran’a karşı şanslarını yeniden deneyebilecekleri göz önüne alındığında daha da karamsar hale geliyor.
Bütün bunlara rağmen, ABD Başkanının ılımlılığının ve tecrübesinin, yardımcılarının ABD içinde ve dışında, yani İran’da aşırılığın baskın hale gelmesi başta olmak üzere bölgesel engellerin üzerinden atlamalarını zorlaştıracağına güveniyoruz.