Zuheyr el-Harisi
TT

Suudi Arabistan ve ABD: Tarihi ilişkiler ve Fırsatçılar!

Biden'in Beyaz Saray'da dizginleri eline almasıyla birlikte basında ve sosyal medyada konuşulanlardan ötürü herkesin mustarip olduğu baş ağrısı, gözlemcilerin ve takipçilerin beklentilerin tavanını yükseltip Riyad ile Washington arasındaki ilişkilerin kopuşu gibi bir senaryoya sarılmalarına sebep oldu. Nitekim büyük başlık, bu ilişkinin geleceğiyle ilgiliydi. Elbette -öncesinde ve sonrasında- sürükleyici ve abartılı olduğu için Bollywood sahnelerini hatırlatan panoramik çizgi film senaryoları sunuldu.
Duygusallıktan uzak bir şekilde konuşursak tüm bu yaşananların fincandaki bir kasırgadan ibaret olduğu söylenebilir. Çünkü en nihayetinde yalnızca doğru olan doğrudur. Zeki bir gözlemci, Suudi Arabistan'ın şu veya bu ülkede zaman zaman bazı siyasi şantajlara maruz kaldığını bilir. Özellikle tartışmalı bir dosya söz konusu olduğunda bunun bir şekilde istismar edildiğine tanık oluruz.
Suudi Arabistan'ın kaderinde, “bölgede ve dünyada etkili ve çok önemli bir ülke olacağının” var olduğu doğrudur. Ancak, “Mesele Zeyd’i sevmek değil, Amr’dan nefret etmek” kaidesince belirli bir gündemi takip eden kimseler, söz konusu prestiji ve ağırlığı bir siyasi koz olarak kullanmaya çalışmaktadır. Hiç şüphesiz bu çok etkili ve değerli bir kozdur. Ancak Suudi Arabistan bundan sorumlu olmadığı gibi hiçbir şekilde taraf da değildir. Bununla birlikte söz konusu koz, -kasıtlı yahut farklı bir şekilde- ihtiyaç duyulduğu anda dostlar veya düşmanlar tarafından kullanılır. Burada Suudi Arabistan’ın arzusu veyahut onayı göz önünde bulundurulmaz. Suudi Arabistan bu yüzden onlarca yıldır sahnede görünmüyor. Zira, onun sahnede bulunuşu bazı hesapların görülmesi adına istismar ediliyor. Oysa kendisi gerek devletin gerekse de liderlerinin isimlerinin hiçbir ülkenin iç işlerine dahil edilmemesi konusunda daima uyarıda bulunuyor ve bunu reddediyor.
Kral Selman döneminde ve Veliaht Prens önderliğinde meydana gelen değişiklikler ve reformlara karşı bazıları korku ve endişe duyuyor. Çünkü Suudi hakimiyeti, bazı bölge ülkelerinin planlarını ve etkilerini tehdit eden bir unsur olarak görülüyor. Dolayısıyla bundan endişe ve rahatsızlık duyuluyor. Bunun için buldukları çözüm ise mevcut durumu çarpıtmak, hikayeler uydurmak, kamuoyunu aldatmak ve liderler hakkında karalama kampanyaları başlatmanın yanı sıra insan haklarını bir korkuluk olarak kullanmaktır.
Çünkü Batı bu konularla etkileşime geçtiği gibi bu türden konular insanların ilgisini de çekiyor. Örneğin Kral Selman, merhum Cemal Kaşıkçı hadisesiyle ilgili olarak sanıkları adalete sevk etmekle yetinmedi, aynı zamanda yaşananların tekrarlanmaması için istihbaratın yeniden yapılandırılması gerektiğini ifade etti. Ancak sol medyada böyle bir konuşmaya rastlayamazsınız. Çünkü tek endişeleri Suudi Arabistan'a karşı puan kazanmaktır. Açıkçası bunlar, “baskı, şantaj ve bölgedeki grupların ve ülkelerin çıkarlarının çakışmasını amaçlayan” propaganda kampanyalarıdır.  Geleneksel ve elektronik medya bunları servis ediyor. Bu Riyad’ın liderliğine, egemenliğine ve yargı bağımsızlığına zarar verecek herhangi bir durumu reddetmesini açıklıyor.
ABD istihbarat raporunun yayınlanmasıyla birlikte bulutlar dağıldı, tozlar kalktı, hayalperestler şok oldu ve hayal kırıklığına uğradılar. Konu devletlerin ilişkileri, kurumların muameleleri, halkların geleceği ve dünyanın güvenliği ile ilgili olduğunda pozisyonlar kâr ve zarar dengesine göre hareket eder, fırsatçıların teselli edilmesi için değil. CIA'nın dosyayı ele almasının birçok hatayı içerdiğini burada belirtmek gerekir. Böyle şeylerin sadece partinin sol kanadını tatmin etmek için ortaya çıkması utanç verici bir durumdur. Uluslararası anlaşma ve sözleşmelere aykırı olan bu durum hiçbir şekilde kabul edilemez. Yönetim, bu istihbarat raporunda doğru kararlar almasına yardımcı olacak hiçbir şey bulamadı. Aksine Husi grubundan terör sıfatının kaldırılması gibi bir dizi kötü karar aldı.
Bununla birlikte -ne olursa olsun- Riyad ve Washington'un geçtiğimiz on yıllar boyunca birçok gerginlik ve kriz döneminin üstesinden gelmeyi başardığını itiraf etmeliyiz. Zira iki ülkenin yaklaşık seksen yıldır devam eden stratejik bir ilişkiyi ihmal etmesi kabul edilemez. Kral Abdülaziz ile ABD Başkanı Franklin Roosevelt arasında “Quincy” gemisinde yapılan tarihi toplantıdan bu yana yetmiş altı yıl geçti. Bu, daha sonraki süreci belirleyen tarihi bir andı.
Riyad ve Washington arasındaki ilişkiler, uzun bir zamandır belirli bazı hedeflere ulaşmak için ortak ve sürdürülebilir kurumsal çalışmaya dayanmaktadır. Her seviyede çalışma, koordinasyon, ortak diyalog ve ikili iş birliği devam etmektedir. Elbette her şeyin ilan edilmesine gerek yok. İki ülke arasında daimî iletişim vardır, programlar yoğundur ve komiteler durmadan çalışmaktadır. Sarı gazetelerin manşetleri, bugünkü ilişkinin gerçekliğini yansıtmak zorunda değildir. Evet doğru olmayan kararlar verildi, ancak süreci rayına oturtmak gerekiyor. İlk haftalarda işittiklerimizle çelişen yeni açıklamalar bunun delilidir. Bu, iki ülke arasındaki ilişkinin derinliğini göstermektedir. Bununla birlikte ülkeler arasındaki ilişkilerin her zaman aynı kalmasını ve toz pembe olmasını bekleyemeyiz. Ancak Amerikan yönetiminin sahneyi iyi okuması, müttefiklerini dinlemesi, muhtemel tehlikeleri algılaması, bir müttefik ile düşman arasında ayrım yapması ve bölgenin güvenliğine ve istikrarına katkıda bulunacak bir politika takip ederek Obama yönetiminin hatalarını tekrar etmemesi gerekmektedir.