İnsan haklarının korunması, arzulanan yüce bir hedeftir. Güvenilirlik ve gerçeklere bağlılık olduğunda, bunun güzel ve parlak bir yüzü vardır. Fakat açıkça konuşmak gerekirse, bunun çirkin ve karanlık yüzü de vardır. Bu durumda mesele siyasallaşır ve birtakım çıkarlar için sömürülür. Öte yandan insan hakları ihlallerinden musdarip olduğunuz bir zamanda başkalarına bununla ilgili dersler veremez ve eleştirilerde bulunamazsınız. Bu yüzden sizin eviniz camdan yapılmışken insanların evlerine taş atmayın!
Adalet, ilkel toplumlardan beri sosyal bilinç üzerinde baskın bir unsur olmuştur. Batı felsefesi, insanlığın bu yönlerinde dikkate değer entelektüel aydınlanmalara sahip olmuştur ve konuyu zenginleştirmek adına bunlardan bahsedeceğiz. Kant idealizminde, insan eylemlerinin kaynağında genellikle akıl vardır. Kant, ‘ahlaki kural’ ile ‘görevin dayattığı iyi niyet’ kavramlarını birbiriyle ilişkilendirdi ve toplumsal iyiyi buna bağladı. İngiliz düşünür Clifford ise her insanın bireysel ve sosyal olmak üzere iki benliği olduğunu söyledi. Ona göre, iki benlik arasındaki çatışmayla birlikte ‘vicdan’ ortaya çıkar ve toplumsal iyilik bununla sağlanır.
Toplumsal Sözleşme'nin sahibi Jean-Jacques Rousseau, aklın (siyaset) ve vicdanın (ahlak) etkileşimi sonucunda toplumsal sözleşmenin doğduğunu söyler. Nitekim Herbert Spencer’ın ifadesine göre bu, ahlaki davranışın hayatın gelişimini kontrol ettiği anlamına gelir. Bu güzel ve felsefi bir ifadedir ancak, önemli olan Batı'nın bunu nasıl ele aldığıdır?
İnsan hakları günümüzde yeni bir meşruiyet kaynağı oluşturmaktadır ve hatta realist okulun uluslararası ilişkiler hakkındaki geleneksel fikirlerine meydan okumaktadır. İnsan hakları kavramı idealist bir slogan olduktan sonra, uluslararası denetimi kaçınılmaz kıldı. Böylece insan haklarının korunması, bir ‘yasa ve gerçeklik’ oldu.
Bu konudaki tecrübeme göre, itibar ve güvenilirliğe sahip bağımsız uluslararası insan hakları örgütleri var. Bu örgütler periyodik raporlarını yayınlarken belirlemiş oldukları ilkelere bağlı kalırlar. Fakat bazen profesyonelliğin dışına çıktıkları da oluyor. Bunun sebebi, raporu hazırlayan kişinin yönelimleri ve içindeki her şeyin doğru olduğu yönündeki iddiasıdır. Asıl sorun burada yatmaktadır ve bu durum, ilgili kurumun güvenilirliğini ve itibarını etkilemektedir.
Kişinin şahsi yönelimleri, raporun içeriğinde ve hazırlanması üzerinde açık bir etkiye sahiptir. Bununla birlikte her ne kadar prestijli kuruluşların bu tür raporların yayınlanmasında belirli mekanizmaları olsa da raporu hazırlayan kişinin tutumlarına ve yönelimlerine göre bazı verileri abartılabilir ve büyütülebilir. Maalesef sorumluluk onu yazan kişinin üstüne kalıyor. Aslında bunda bazı unsurlar da etkilidir ve yine maalesef ki bunların bir kısmı bazı ülkelerden belli yönelimleri ve tutumları olan Araplardır. Bu kişiler, insan hakları raporlarını şu ya da bu ülkenin itibarını sarsmak için kullanırlar.
Büyük ülkelerin dışişleri bakanlıkları tarafından yayınlanan yıllık insan hakları raporlarının çoğunluğu, insan hakları raporu yayınlayan devletin siyasi gündemine uyarlanması nedeniyle siyasallaşmaktadır. Bu raporlar, belirli amaçlar için kullanılmaktadır ve aynı zamanda raporun propagandası yapılarak arzu edilen amaca ulaşmak adına şu veya bu ülkeye dikte edilmektedir.Bazı ülkelerde, özellikle de sol iktidara geldiğinde, insan hakları ihlallerini kınayan ifadeler ve raporlar yayınlanarak takip edilen siyasi gündeme göre yönlendirme yapılabiliyor. Ayrıca bu sözleri dinleyenler, gerçekler aksini söylese de insan hakları dosyalarının açık ve parlak olduğuna inanıyorlar.
Evrensel insan hakları kavramları ile bazı batı ülkelerinin çifte standart uygulayarak apaçık görünen yöntemleri arasında bir çelişki vardır. Bu kusur, kendi ülkelerinde bu yöntemi kullandıklarında veya başka ülkelerde insan haklarını görmezden geldiklerinde ortaya çıkar. Batı, ‘bazı Avrupa ülkelerindeki bazı halkların veya azınlıkların hakları’ ya da ‘İran gibi Sünni vatandaşlarına devlet terörü uygulayan bir ülke’ söz konusu olduğunda farklı bir dil konuşuyor.
Bu bağlamda değinilmesi gereken husus, halkların kültürüne saygı duyma meselesidir. Zira Batı’nın düşündüğünün aksine bu, insan hakları ihlali değildir. Mesela Müslüman toplumun kültür ve inancının kapsamında idam cezası bulunmaktadır. Düşünce özgürlüğü de en temel haklardandır ve insan hakları kuruluşlarınca daima vurgulanmaktadır. Fakat bunun bir sınırının olması uygun olandır. Böylece zararın başkalarına ulaşması engellenmiş olur. Bununla birlikte burada bir görelilik söz konusudur. Bunların, ‘dinleri aşağılama’ gibi belirli konularla sınırlandırılması gerekiyor. Çünkü bunun amacı nefreti yaymak ve ayrımcılıktır.
Batı'nın sorunu, temelde ilkeler ile çıkarlar arasındaki mücadelede yatmaktadır. Aydınlatıcı fikirler öne sürmesine rağmen, uygulamada bir ikilem karşımıza çıkıyor. Bunun sebebi toplumların dini, kültürel ve entelektüel boyutlarını hesaba katmamasıdır. Oysa uluslararası hukuk her ülkeye egemenlik hakkı verir ve bu ülkeler egemenlikleri gereği ceza ve hukuk sistemlerini kültürel ve sosyal yapılarına göre formüle edebilirler. İnsan haklarının evrenselliğine bağlı kalmakla birlikte halkların kültürlerine saygı duymak, uygun bir denklemdir. Bu, insan hakları meselesinin çirkin yüzünü görmekten alıkoyar ve Batı'nın çelişkilerini ortadan kalkar.
TT
Batının insan hakları çelişkisi
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة