Sam Mensa
TT

Hizbullah’ın Sünni-Hristiyan safını bölme gayreti

Lübnan'da krizin daha da kötüleşmesi ve Hizbullah - Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) ittifakına muhalif güçlerin literatürleri gibi iktidara karşı sloganların kayda değer şekilde keskinleşti. Bahsi geçen ittifak da maruz kaldığı baskıları hafifletmek için dikkat ve endişeleri krizin gerçek nedenlerinden başka bir yere, tali sorunlara yönlendirmek amacıyla hesaplı ve dakik bir kampanya başlattı.
Bu hiçbir şekilde sürekli sorun üretme ve yeni sorunlar ortaya koyma çabasının yukarıda bahsedilen ittifakı tanıdık bağlamından saptırdığı anlamına gelmez. Keza eski Başbakan Refik Hariri suikastı depremi ve Suriye rejiminin Nisan 2005’te Lübnan’dan çekilmesiyle Lübnan’da liderlik bayrağını müttefiki Hizbullah ve onun arkasındaki İran’a devretmesinden bu yana ittifakın benimsediği yöntem ve politikaların çerçevesinden saptığı anlamına da gelmiyor.
Bu açı ve arka plandan yola çıkarak sorunun -Cumhurbaşkanı Mişel Avn ile hükümetli kurmakla görevli Saad Hariri ihtilafı- neden kötüleştiği anlaşılabilir. Bu yeni ihtilaf krizin trajik, tırmanıcı, uzun ve eski gidişatının genel sahnesinden bir bölüm olmanın ötesine geçmiyor. İhtilafın dikkatleri başka yöne çekmenin duraklarından biri olduğu doğru ama aynı zamanda eski Başbakan Hariri ve yoldaşlarına yönelik suikastın faili tarafından başlatılan darbenin sütunlarını da destekliyor. 7 Mayıs 2008’de Siyah Gömlekliler Savaşı olarak adlandırılan olaylar, aynı yıl varılan Doha uzlaşısı, 2016’da Mişel Avn’ı Baabda Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na taşıyan uzlaşı söz konusu darbenin birbirini takip eden bölümleriydi. Bu uzlaşı (ki kendisine uzlaşı dışında her ad verilebilir) silahın egemenliği altında tavizler verme dizisinin temelini attı, hatta Avn-Hizbullah ittifakına teslimiyeti pekiştirdi. Buna karşılık ittifak, hiçbir taviz vermedi. Aksine yılmadan ve geri çekilmeden kemirmeye devam etti.
Avn ve Hariri arasındaki son kriz, 14 Mart 2005’teki devrimde, birliğinin doruğa ulaştığı günden bu yana devam eden Hristiyan-Sünni safını bölme gayretinin kaba ve açık bir ifadesidir. O günden itibaren aralarına ayrılık tohumları ekme çabaları başladı ve bunun ilk taşları Paris’te Mişel Avn ile Suriye’nin müttefikleri arasındaki toplantılarla döşendi. Suriye’nin müttefikleri Avn’ın Lübnan’a geri dönmesinin önünü açarken o da eski müttefiklerinin aleyhine döndü ve bunu 2006’da Hizbullah ile imzaladığı Mar Mikhael Mutabakatı ile taçlandırdı. Mutabakat, her iki tarafın Hristiyanları Sünnilerden uzaklaştırma ve arka planda “azınlıklar ittifakı” adı verilen olguya uzanan bir ittifak kurmaya yönelik gizli arzusunun duyurusundan başka bir şey değildi. Avn’ın ülkeye dönüşünü izleyen suikastlar dizisi, aynı hedefin bağlamının dışında değildi ve Hizbullah ile müttefiklerine muhalif, bölgedeki Suriye-İran ekseninin yönelimlerini eleştiren ülkenin en iyi isimlerinin canını almıştı. Söz konusu isimler aynı zamanda, o zamanlar Sünniler ve Hristiyanlar arasında kurulması temenni edilen ve "Önce Lübnan" temelinde yeni bir siyasi pakt tesis edebilecek stratejik ilişkinin önemine sarsılmaz bir inanç besliyorlardı.
Bakan ve milletvekili Piyer Emin Cemayel suikastı belki de bu ittifakın parçalanmasına hizmet etmesi için gerçekleşmişti. Piyer Cemayel bu ittifakın öneminin bilincinde olanların önde gelenlerindendi ve bu iğrenç cinayetten kurtulsaydı, o dönemde Saad Hariri ile arasındaki yakın ilişki sayesinde krizin gidişatını önemli ölçüde değiştirebilirdi.
Bu tür uygulamalar, eski başbakan Refik Hariri, oğlu ve Haririzm adını verdikleri harekete karşı ÖYH öncülüğünde yürütülen ve karalama kertesine varan acımasız, organize ve sistematik bir kampanyayla taçlandırıldı. Bu, ÖYH liderlerinin tutumlarına eşlik etmeye devam ediyor.
Ek olarak, kimi zaman bir kurucu konferans düzenleme, kimi zaman da anayasayı değiştirme ve Taif Anlaşması’nı gözden geçirme çağrısı yapılıyor. Tek ve değişmeyen hedef ise Sünnileri zayıflatmak, onları baskı altına almak ve mevcut Hizbullah-ÖYH ittifakına karşı olan Hristiyan güçleri izole etmek. Diğer yandan, Sünniler ile Şiilerin arasını bozmamak ve ihtilaf çıkarmamak için Şii İkilisi (Emel ve Hizbullah) arasında bir rol paylaşımı olduğu göze çarpıyor. Bu da Emel Hareketi’nin kriz konusunda Hizbullah’tan farklı bir tutum benimsemesini sağlıyor. Açıkçası Lübnan düzeyinde olup bitenler, bugün Maşrık’tan (Levant) Yemen’e doruğa ulaşmış bölgesel çatışmalardan ayrılamaz.
Avn ve Hariri arasında aldığı format ve içerik ile sorunun daha da alevlenmesinden sonra, Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah 18 Mart’ta Cumhurbaşkanı ve müttefiki ÖYH’nin pozisyonunu destekleyen, hatta benimseyen bir konuşma yaptı. Bu bağlamda uygulanması ve benimsenmesi istenen politikaların ana hatlarını ve genel çerçevesini belirledi. Konuşması dikkatleri ülkedeki krizin asıl nedenleri ve sorunun kökeninden başka bir yere yöneltme çabasının en açık ve net ifadesiydi. Böylece Lübnan’ın asıl sorunu, işgal, devletin ve Şiilerin rehin alınması, yasa dışı silah, Arap ülkelerinin iç işlerine müdahale, yurt dışında silahlı çatışmalara katılmak olmaktan çıkıp Hristiyan cumhurbaşkanı ile Sünni başbakan arasında anayasal yetkiler konusundaki anlaşmazlık oldu.
Buna ek olarak krizin bu bölümünün, Maruni Patriği Bişara er Rai'nin tarafsızlık ve Lübnan için bir uluslararası konferans düzenlenmesi çağrısı ve önde gelen Sünni figürlerden aldığı destekle aynı zamana denk geldiği de göz ardı edilmemeli. Patrik'in her iki önerisine de verilen desteğin, Hizbullah ve ÖYH’nin Hristiyan liderleri zor durumda bırakma, onları başbakan hesabına cumhurbaşkanının yetkilerinden ödün vermeme köşesine sıkıştırma çabası için büyük bir katalizör görevi gördüğüne şüphe yok. Ne yazık ki bu, bazı Hristiyan liderler arasında taraftar bulabilir ve bunun sonucunda aynı hata- yanılgılara yeniden düşebilirler. Lübnanlıların 2005'te Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un istifası yönünde baskı yapmama ve bunun akabinde 14 Mart kuvvetlerinin parçalanması ve bir daha tekrarlanmayacak tarihi bir fırsatın kaçırılması hatasını unutmaları zor. Elbette bundan sadece Hristiyan liderler değil, çeşitli derecelerde de olsa Sünni liderler de sorumlu.
En zor ikilem şu: Damadı Cibran Basil’in cumhurbaşkanlığına gelmesiyle sonuçlansa bile Cumhurbaşkanı Avn ve ÖYH bu mevcut politikadan ne kazanabilir?
ÖYH’nin Hizbullah’a sağladığı Hristiyan kalkanın halen gerekli olduğunu biliyoruz. ÖYH’nin  Hizbullah’ın esiri haline geldiğini, İran ve Hizbullah ile girdiği ittifaktan çıkılamayacağı için geri çekilemediğini söylersek mübalağa etmiş olmayız. Ancak ÖYH’nin bu ittifakın bildiği ve bildiğimiz Lübnan'a nihai olarak son verdiğinin, bilmediğimiz ve hakkında bilinen her şeyin sona eren aşamanın tamamen zıttı olduğu yeni bir aşama ile karşı karşıya olduğumuzun  farkında olmadığına inanmak bizim için zor. Başta bankacılık, turizm, serbest ekonomi, eğitim ve sağlık, formaliten de olsa iktidar devir-teslimi ve yarı demokratik yaşamın etkisiyle açık olma kültürü olmak üzere bileşenlerinin ölümü ile bildiğimiz Lübnan da öldü. Bileşenlerin hepsi bir anda, geri döndürülemez bir şekilde çöktü. Yapıları ve bileşenleri yaratıcılık, açıklık, etkileşim ve hoşgörüden yoksun olduğu için eksik modellerden ilham alan yeni bir aşamanın eşiğindeyiz. Bu yaklaşım hayali veya varsayımsal bir senaryo değil, Hizbullah ve müttefikleri arasında kusursuz bir koordinasyon ile daha önce birden fazla vesileyle ifade edilen gerçeklerdir.
Sivil devletin kurucuları, özgürlük ve demokrasi savunucuları Lübnanlı Hristiyanların istedikleri bu mu? Avn liderliğindeki ÖYH’nin yaklaşımı, "Hristiyanların haklarının" savunulması için gerçekten en uygun yaklaşım mıdır?