Halid Berri
TT

Eski sömürgecilik ne güzel!

İngilizlerin Mısır işgali, yayılmacı imparatorluklar zamanındaki somut maddi mücadelenin gölgesinde gerçekleşmişti. O dönemde dünya bir satranç tahtası, ülkeler bunun kareleri ve sömürgeci güçler de etrafındaki oyunculardı. Her önemli ülkenin, önemli bir ülkeye komşu ya da ona giden yol üzerinde olan her ülkenin bu dönemde işgal altında olduğunu görürsünüz. Bu maddi işgal, işgalci gücün kendisi için de maliyetliydi, çünkü genellikle ilgili devleti bir önceki işgalin pençelerinden söküp almak zorunda kalıyordu. Mısır ve diğerleri, o zamanlar bağımsız olup sonradan işgal edilen ülkeler değildi. Aksine, yeni sömürgecinin onları elinden söküp aldığı eski sömürgeciye tabi ülkelerdi. Sömürgeci devletin bir bölgedeki siyasi arzularını gerçekleştirmesi için oraya asker ve teçhizat göndermesi, zafer ya da yenilgi ve insani kayıplar riskini göze alması gerekiyordu. Bu düşünme ve planlama gerektiren bir karardı.
Yerleşimci bir sömürgecilik olmadığı için İngiltere, Mısır içinde belirli bir denge sağlamak zorundaydı. Bu denge bozulursa, ülkenin kontrolünü kaybetmesine yol açabilecek huzursuzluklar yaşama riskiyle karşı karşıya kalabilirdi. Denge hesaplarına reformların insanlara temas etmesinin önemi de dahildi. Mısır'da temas ettiğimiz reformlar arasında, demiryolu hatları, idari teşkilatlanma, eğitim, kültür ve sanat olmak üzere pek çok alanda ilerleme ve gelişmeyle sonuçlanan siyasi ve anayasal reformlar yer alıyor.
Bu dengeler ve karşılıklı menfaatlerden hareketle, işgal otoritesinin ülkenin temel zenginliklerini muhafaza etme zorunluluğu kökleşti. Örneğin Mısır ve Sudan'da Nil'in akışı iki ülke için hayati öneme sahipti, dolayısıyla bu işgal otoritesi için de önemliydi çünkü kendisine fayda sağlayacaktı.
Bütün bunlardan hareketle, o dönemde yaşamış olsaydım, İngiliz işgalinin Osmanlı’dan daha iyi olduğunu düşünürdüm. Sömürgeciliğin bile dereceleri vardır. Eğer vatansever duygularım tarafından yönlendirilen bir Mısırlı olmasaydım ve bu çağın, yani sömürge sonrası dönemin fikirleriyle yaşamasaydım, İngiliz işgalinin olumlu olduğunu söyleyebilirdim. Ancak bu, varsayımlar kapısı açık olduğunda geçerli. Yoksa ulusal bağım ve yaşadığım çağın gereği, benim için kesinlikle tüm sömürgecilik türleri kötüdür.
Bu, sömürge sonrası söylemin temellerinden biri. Rahat bir vicdanla, tarihin önceki dönemleriyle ilgili güncel yargılar dağıtıyoruz. Öfkemizi ve siyasi ahlaki yargılarımızı üzerine boşaltıyoruz, ama içinde yaşadığımız küresel statükonun farkında değiliz.
Sömürge sonrası dönemde ortaya çıkan büyük güçler bu fikir üzerinden manipülasyonlarda bulundular. Yerel temsilcilerinin çoğu da aynı fikir üzerinden manipülasyonlar yaptılar. Sovyetler Birliği kendisini halkların hamisi olarak görüyordu. Yerel vekilleri de onun sloganlarını tekrarlıyor, eski sömürgeciliğe lanetler okuyorlardı. Oysa gerçekte Sovyetler Birliği dönemi, Ukrayna ve Doğu Avrupa ülkeleri için doğrudan sömürge döneminden daha kötüydü. ABD hiçbir zaman sömürgeci bir güç olmamakla gurur duyuyor. Sömürge dönemine yönelik eleştiri yazıları Amerikan akademilerinde kendisine verimli bir zemin buldu. Oradan da dünya genelindeki solculara ve İslamcılara yayıldı. Daha önce "Kahrolsun Amerika" veya "Amerika’ya Ölüm" sloganları atıyorlardı, bugün ise her ne kadar buna sözleriyle devam etseler de onun yerel ajanları oldular. Gündüz sömürgeciliği lanetliyorlar, geceleri Biden'a müdahale çağrıları yapıyorlar.
Bu fikirlere eşlik eden ahlaki kibir, kişiye yanlış bir siyasi, kültürel ve ahlaki vicdan rahatlığı sağlıyor. Bu sayede etkileri geleneksel sömürgecilikten daha kötü olan eylemler haklılaştırılabiliyor. Bir önceki yüzyılda Britanya İmparatorluğu’nun Irak’ı sömürgeleştirdiği dönem ile ABD’nin kendisini sömürgeleştirmediği dönemi karşılaştırın. ABD, Irak’ta rejimi devirdi ve ordusunu dağıttı. Ülkeyi başsız bıraktı. Sonra da güvenliği, istikrarı ve önemli çıkarlarının sorumluluğunu üstlenmeden, geleceği için bir plan hazırlamadan ülkeyi öylece İran’a teslim etti. Bıraktı ki, ABD'nin sömürgeci olmamasının bedelini Irak ve tüm bölge ödesin.
İlericilerin Başkanı Joe Biden, dönemini iki meşhur kararla başlattı. Bunlardan ilki, ABD'nin Etiyopya'ya yaptığı yardımı, kendi himayesi altında yürütülen Nahda Barajı müzakerelerinde Etiyopya’nın ulaşılan kararlara bağlı kalma tutumuyla ilişkilendiren kararın iptal edilmesi. İkincisi, Husilerin adının terör örgütleri listesinden çıkarılması. Birincisi Mısır için hayati bir tehdit, ikincisi Suudi Arabistan'ın güvenliğini tehdit etmeye yönelik bir teşvik. ABD bundan ne kazanacak? Bilmiyorum. ABD’ye neye mal olur? Muhtemelen hiçbir şey. Her halükarda iki müttefiki ile ilişkisinin devam edeceğine güveniyor da olabilir. Kesin olarak bildiğimiz şey, bedelini Mısır veya Suudi Arabistan vatandaşının ödeyeceğidir.
Burada ABD kararı gücünü ve meşruiyetini, Amerikan can ve mal kayıpları riskini alarak kazanmadı. Kesinlikle böyle yapmadı. Meşruiyetini Amerikan seçmeninin kendisine verdiği oylardan aldı. Ama ironi şu ki, bu kararların Amerikan seçmeni için hiçbir önemi yok, onu etkilemeyecek. Böyle olması, bu tür kararlar başarısız olsa da seçimi etkilemeyeceğinden Amerikan yönetimleri açısından da güvenli. Buna başarılı bir "demokratik" alışveriş diyebiliriz. ABD yönetimleri, bir yandan seçimlerde kendilerine yardım edecek lobilere siyasi kararlar satarken, diğer yandan bunların başarısız olmasının bir sonraki seçimlerde kendilerini etkilememesini güvence altına alıyorlar. Son tahlilde, Mısırlı bir çiftçinin yaşamı, bir Suudi Arabistan vatandaşının güvenliği veya bir Irak vatandaşının emniyeti ile lobiler tarafından sağlanacak potansiyel oyları takas ediyorlar.
Mesele bir çocuğun oynadığı satranca dönüştü. Öyle ki oyuncuların İngiltere, Fransa ve Hollanda olduğu satranç günlerine rahmet okur hale geldik. Sömürgeci güçlerin hesaplarında yer verdiği olumsuz ekonomik-parasal etki bile, ekonomi ve nakit arasındaki bağın sona ermesiyle büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Keza satranç tahtasında kontrol ettikleri karelerde fırsat kollayan diğer sömürgeci güçlerle maddi rekabet nedeniyle alınan kararlar da etkiliyor. Küresel siyasi gücün sahibi, kendisine yakın olmakla somut ve gerçek bir pozitif fayda elde etmememize rağmen, istediği gibi olmamamız halinde bizi cezalandırmakla tehdit eder oldu.
Bu satırların yazarı, Amerikan karşıtlığı savunucularından değil. Tam aksine. Benim için ABD, bir dağın tepesinde parlayan bir şehir olarak etkileyici bir ülke ve halk. Dayanağı, dünyaya bakış açısında özgün, tarihi birikimden bağımsız, cesur ve maceracı olan bir felsefe. Ama görünen o ki, sosyal medya, mevcut ucuz maliyetli savaşlar, sınırları aşan bilgisayar dizilimi ve ABD'nin ekonomi ve nakit arasındaki ilişki üzerindeki kontrolü karışımı, demokrasinin kötü yanlarının ortaya çıkışını teşvik etti. Tüm bunlar, egemen bir gerçeklik haline gelene kadar birbirlerine yardım ettiler. Artık bunları görmezden gelme veya onlarla uğraşmayı erteleme seçeneğine sahip değiliz. Belki de çağdaş terimlerle yeni bir ulusal bağımsızlık hareketinin ortasında olduğumuzun farkında değiliz.