Bülent Şahin Erdeğer
TT

Kurgunun egemenliği: Psikanalistler ve eşcinsellik -2-

Psikolojinin kurucu babaları Freud, Adler, Jung ve Fromm’un eşcinselliğe yaklaşımlarına bakalım ancak öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki o da Psikoloji’nin hipotetik, çok fazla yoruma dayalı bir bilim dalı olduğu gerçeğini gözardı etmemektir. Psikoloji pozitif bilimlerde olduğu kadar net, somut ve verilere dayalı değildir. O yüzden çoğu kez insan düşünce ve davranışlarının önceden belirlenmiş önyargı ve yorumlar çerçevesinde anlaşılma çabasıdır. Bu sebepledir ki psikologların hipotezleri mutlak hakikatler, bilimsel gerçekler şeklinde kabullenilemez. Zaten özel konumuz olan eşcinselliğin neliği konusu da tarihsel bağlam, dinsel/ideolojik inançlar ve dayatmalar sebebiyle dönemlere göre değiştirilebilmektedir. Bu değişimler somut veriler, yeni keşifler ve deliller ortaya çıktığı için gerçekleşmemekte, subjektif görüşler, dünya görüşlerinin değişimleri gibi dışarıdan dayatmalar sonucu gerçekleşmektedir. O sebeple psikolojinin kurucu babalarının eşcinselliği eleştiren, olumsuzlayan görüşleri de sonrasında ideolojik dayatmalarla değişen psikolojik standartlar ve tanılar da “nihai bilimsel hakikatler” olarak görülemezler. Bu ifadelerimiz psikolojinin bilim olmadığı anlamına gelmez. Ancak pozitif bilimler cevap verirken psikoloji de diğer sosyal bilimler gibi cevap vermekten çok soru sorar. Öyle diyordu Freud:  “Siz cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz, biz ise daha çok soru sormak niyetindeyiz.”
Bir başka yanılgı ise modernite ve postmodernite dönemlerinde bilime bir din ve dünya görüşü/ideoloji olarak yaklaşma sorunudur. Pozitif ve sosyal bilimlerin hayatı yorumlama, değerlendirme, bir ahlak atfetme işlevi yoktur. Bilimler var olanı keşfetme, yeni teknolojiler geliştirmek için vardır. Din ve felsefe ise değer, erdem ve anlam yükleme ve bu çerçevede yaşam tarzları bakış açıları geliştirmek için vardır. Pozitif ya da sosyal bilimler üzerinden ahlak inşa etmek baştan yanlış bir yöntemdir.
Psikolojinin tüm bu göreceliliğine rağmen kurucu babalarının hemen hepsinin eşcinselliğe olumlu, normal biçimde bakmadığını açıkça ifade edebiliriz.
Freud kariyerinin ilk dönemlerinde açıkça eşcinselliği bir patoloji/hastalık olarak görmüştür. Cinsellik Teorisi Üzerine Üç Makale’de (1905) eşcinselliğin (ya da” sapkınlığa eğilimin”) bütün psikonevrozların zorunlu bir özelliği olduğunu iddia eden Freud 1920’lerde bunun “herhangi bir eşcinsellik teorisi üzerinde belirleyici etkisi” olması gerektiğini ekledi. Freud ve öğrencilerine göre, eşcinsellik, her zaman kendi içinde terapi gerektiren bir patoloji olarak teşhis edilemese de, histeriden melankoliye, melankoliden paranoyaya çeşitli zihinsel hastalık formları için hazır bir araç olarak görülmüştür. Freud’a göre anne-kız ve baba-oğul ilişkilerindeki bozukluklar, erkek çocuğun sürekli kızlar içerisinde yetişmesi ya da kız çocuğun sürekli erkekler içerisinde yetiştirilmesi, çocukluk ya da ergenlik döneminde yaşanan istismar vs yaşanan travmalar eşcinsel eğilimleri temel sebepleri arasında görülmüştür.
Freud’un son döneminde 1935’te eşcinsel oğlu için yardım isteyen bir anneye yazdığı mektubu ise bağlamından kopartılarak eşcinselliğin meşruiyetine dair delil argümanına dönüştürülmekte.
Bu mektupta Freud’un eşcinselliği “gelişimi engelleyen, güdük bırakan (stunted) psikoseksüel bir süreç” olarak tanımladığını görüyoruz. Bu bakış açısından eşcinsellik yetişkinlerde alt düzey bir cinsellik olarak tanımlanıyor. Sonuç olarak Freud genelde değişik yazılarında eşcinsellik üzerine heterojen hatta bazen çelişkili görüşler sunmuştur. Freud mektubunda annenin eşcinsellikten “nefret” etmemesi gerektiği nasihatını verir. Freud eşcinselliğin tedavisini soran anneye şöyle demekte: “Benden yardım istediğinize göre, anladığım kadarıyla eşcinselliği ortadan kaldırıp normal heteroseksüelliği temin edip edemeyeceğimi soruyorsunuz. Bunun yanıtı şu: Genel anlamda böyle bir şeyi başarmayı vaat edemem. Bazı sayılı vakalarda heteroseksüel eğilimlerin çürümeye yüz tutmuş köklerini yeniden geliştirmeyi başarıyoruz. Bu kökler her eşcinselde mevcut olmakla birlikte çoğunda artık gelişmesi imkansız hale gelmiş oluyor. … bu daha çok, kişinin nitelikleri ve yaşıyla ilgili. Tedavinin sonuçlarını önceden kestiremiyoruz.” (Tam metni: https://psikanalitikseyler.com/2015/06/28/escinsellik-utanilacak-bir-sey-degildir/ )
Metin bütünlüğünden anladığımız o ki kendisinden yardım istenen doktor hastalık sebebiyle oğlundan nefret etmemesi gerektiğini belirtiyor ancak o dönem itibariyle normal heteroseksüelliğe dönüşüm tedavisi geliştiremediklerini de ekliyor. Mektubu eşcinselliği normalleştirme projesinin önderi zoolog Alfred Kinsey’nin 1951 tarihli American Journal of Psychiatry’de yayınlanmasını sağlaması metnin bağlamından kopartıldığını gösteriyor. 

Psikanalist Bergler mi zoolog Kinsey mi?
Oysa Freud’un en önemli öğrencilerinden Edmund Bergler psikanaliz yöntemlerini geliştirmiş ve eşcinsellik tedavisinde 1962’ye kadar büyük mesafe kat etti. Bergler 1956’da Homosexuality: Disease or Way of Life (Eşcinsellik: Hastalık veya Yaşam Biçimi) New York: Hill ve Wang adlı eserini yayınladı. Son dönem psikanalistlerinin en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Bergler’in 25 kitabından ve 273 makalesinden tek satırın Türkçeye çevrilmemiş olması bilim üzerindeki ideolojik vesayetin ve yok saymacı sansürün boyutlarını göstermesi açısından manidar.
Her ne kadar Freud tüm kariyeri boyunca eşcinselliğe olumlu bir anlam yüklemese de ölümüne kadar bu davranış bozukluğunun çözümüne yönelik sistemli bir tedavi geliştirememişti. Kinsey tarafından bağlamından kopartılıp propagandasına alet edilen mektubunda dahi bunu ifade ediyordu. Ancak öğrencisi Bergler’in çalışmaları daha sonra da geliştirildi. Ancak, 60'lardan beri davranış modifikasyonunun yaygınlaşması, şu şekilde bilinecek tedavilerin ortaya çıkmasını teşvik etti “Yeniden yönlendirme tedavisi, onarım terapisi veya cinsel dönüşüm. Edmund Bergler’in yanısıra Samuel Hadden, Irving Bieber, Joseph Nicolosi ve Charles Socarides gibi psikiyatristler ve psikologlar, eşcinselleri heteroseksüellere dönüştürmek için davranış tekniklerinin etkinliğini savundu. Psikolog Dr. Judith Reisman’ın pedofiliye karşı verdiği mücadelenin en önemli ayağı olarak Kinsey’in cinsel devrim patlamasına karşı verdiği bilimsel mücadele de bu bağlamda değerlendirilmeli.

Erich Fromm: Eşcinsel sapkınlık
Erich Fromm, doyurulmadığında problem çıkarabilecek ihtiyaçlar arasında cinselliği en son sıraya koyar. Hele cinsel serbestliğin, denenmiş ve yanlışlığının görülmüş olduğunu söyler. İkinci cihan savaşından sonra “Savaşma seviş” şeklinde sloganlaşan cinsel devrimi anımsatan Fromm şöyle der: “İkinci Dünya savaşı sonunda ortaya çıkan büyük cinsel özgürlük, daha derinlere inen bir sevgi duygusunun yerine karşılıklı cinsel zevki temel alma, yolunda umutsuz bir girişimdir.” Fromm, o girişimin başarısızlıkla neticelendiğini de sözlerine eklemektedir. (Erich Fromm, Sağlıklı Toplum, 2. basım, çev. Yurdanur Salman - Zeynep Tanrısever, Payel Yay. İstanbul, 1990, ss. 81, 153.)
Fromm’a göre eşcinsel sapma, kutupların birleşmemesi sonucu giderilmeyen yalnızlık duygusunun yarattığı acı nedeniyle ortaya çıkar; ancak burada sevmeyi bilmeyen, sıradan heteroseksüel eğilimleri olan biriyle paylaşılan bir iktidarsızlık söz konusudur. Fromm şöyle der: “Fizyolojik olarak kadın ve erkek, her ikisi karşı cinsin hormonlarına sahiptirler. Ruhbilimsel olarak da kadın ve erkek iki cinsiyetlidir. İçlerinde alma ve nüfuz etme, nesne ve ruh unsurlarını taşırlar. Erkek ya da kadın kendi içinde birliğe, ancak içindeki erkek ve dişi kutupları birleştirerek ulaşabilir.
Kutuplaşma tüm yaratıcılığın kaynağıdır. Erkek - kadın kutuplaşması, aynı zamanda insanlar arası yaratıcılığın da kaynağıdır. Bu biyolojide, tohumla yumurtanın birleşmesinin çocuğun doğumunun temelini oluşturmasında açıkça görülür. Durum, salt ruhsal alanda da değişik değildir, kadınla erkek arasındaki sevgiyle her ikisi de yeniden doğar. Eşcinsel sapkınlıkta bu kutupların birliğine ulaşılamaz. Bu nedenle eşcinsel kişi bir türlü gideremediği ayrı olma acısıyla kıvranır. Sevemeyen ortalama bir karşı cinsel de aynı acıdan pay almaktadır.” (Erich Fromm Sevme Sanatı, Erich Fromm Sf. 40-41)
Jung ise eşcinsel eğilimleri yetersiz, eksik bir gelişim süreci olarak tanımlıyor. Fakat bu tanımların ötesinde eşcinsellik Jung psikoterapi ekolünün ana amacı olan “Individuation/Ferdileşme” sürecinde, yani merkezi arketip olan ve insanın tümcelliğini, dualizm ötesi varoluşunu temsil eden “SELF” (bizde gerçek benlik, “Can”) e ulaşma çabasında problem teşkil ediyor. Dengeli bir animus/anima yapısı bu sürecin olmazsa olmaz bir koşulu. Gördüğümüz gibi hem Freud ve hemde Jung, eşcinselliği hastalık/patoloji gibi görmeselerde, oluşturdukları teori gereği, yetersiz bir gelişim süreci olarak değerlendiriyorlar.

Alfred Adler: Aşağılık duygusunu dengeleme çabası
Adler, “Eşcinsellik Üzerine” adlı kitabında eşcinselliği, cinsel sapıklıklar kategorisinde değerlendirmiştir (Adler A., Eşcinsellik Üzerine, Say yay.).
Bu kategoride yer alan tüm cinsel sapıklıkların (eşcinsellik, sadizm, mazoşizm, fetişizm vb.) ortak özelliklerini ise şöyle sıralamıştır:
Her sapıklık, erkekle kadın arasındaki büyümüş ruhsal uzaklığın dışavurumudur.
Her sapıklık, normal cinsellik rolünün benimsenmesine karşı açığa vurulan az ya da çok güçlü bir başkaldırı, sapık kişinin zayıflamış kişilik duygusunu güçlendirmeye yönelik planlı ama bilinçdışı bir çabadır.
Sapıklarda normal partneri değersizleştirme eğilimi hiçbir zaman eksik değildir; dolayısıyla, dikkatle bakıldı mı, partnere duyulan bir kin ve ona karşı savaş, sapıkların davranışında öne çıkan özelliklerdir.
Erkeklerdeki sapıklık eğilimi, kadının aşırı değerlendirme konusu yapılmış gücü karşısındaki aşağılık duygusunu gidermek için başvurulan kompenzasyon (dengeleme) çabasıdır. Kadındaki sapıklıklar da yine onun kendisinden güçlü gözüyle baktığı erkek karşısındaki aşağılık duygusunu gidermek amacına yönelik bir çabadır.
Sapıklık, her zaman aşırı duyarlılığın, ileri derece bir hırs ve inatçılığın yer aldığı ruhsal yaşamdan doğup çıkar.”
Adler’in kitabını basan yayınevi lobi baskısına uğramış, Say Yayınları’na, kitabın bu halinin geri çekilmesine ve yayımlanacaksa da “kitaptaki görüşlerin artık geçerli olmadığına” dair bir önsöz ve arka kapak yazısı ile yayımlanmasına yönelik baskı yapılmıştır.
Psikolojinin eşcinselliği bir çocukluk dönemi Cinsel Kimlik Bozukluğu (CKB) olarak tanımladığını görüyoruz. CKB’nin ergenlik ve sonrasında devam etmesine de Kişisel davranış bozuklukları kategorisinde değerlendirilmişti.
Netice itibari ile Dinlerin genelinde, pek çok felsefe akımında ve Marksizm gibi dünya görüşlerinde eşcinsellik olumsuzlanmış, modern psikolojinin kurucu babalarının genelinde de eşcinsellik bir cinsel sapma, bozukluk, hastalık olarak görülmüştür.  Psikoloji bilimi de yeni ve net bulgular bulmuş da o sebeple eşcinselliğe yönelik tanımlarını değiştirmiş değildir. Aksine yine ideolojik bir yorum ve baskı sonucu tanılarını değiştirmiştir.
Psikoseksüel gelişim konusunda muhtelif iddia ve hipotezler vardır. Ancak bu iddia/yorum ve hipotezlerin hiçbiri kanıtlanmış değildir. Örneğin bazı araştırmacılar çocukların doğumda psikoseksüel olarak nötral olduğunu ve psikoseksüel gelişimlerini çevresel koşullara oryante olarak sağladıklarını savunurken[mavi oda/pembe oda teorisi], bazı araştırmacılar da bu hipoteze karşı çıkarak psikoseksüel farklılaşmanın doğum öncesi dönemde gerçekleştiğini savunmuşlardır. Ancak bu teorilerin tümü etkilenmiş sınırlı sayıdaki vakaların değerlendirilmesi ile elde edilen bulgulara dayanır. Asıl unutulmaması gereken husus budur. Ahlaktan sıyrılmış bir cinsellik hayvani bir cinsel patlama demektir ki zoolog Alfred Kinsey’in yaptığı da buydu. Kinsey’in raporlarının içerik, yöntem ve sonuçları ağır eleştirilere uğramıştır. Nazi Almanyası dönemi bilimin şekillendirilmesi gibi Neo-Liberal dönem ABD’sinde de bilim idelolojiye göre şekillendirilmektedir.

Her insanın içinde bulunan temel iç güdüler (dürtüler) psikolojide Libido ve Thanatos olarak tanımlanır.

  1.  Libido, yaşam veya cinsellik içgüdüsü. Sadece cinselliği değil, zevk almaya yönelik bütün davranışları kapsar.
  2. Thanatos, ölüm veya saldırganlık içgüdüsü. Bu iki güdü birlikte hareket eder.

Libidoya dair sapmaları şiddet üzerinden bir örnekleme ile daha iyi anlayabiliriz. Her insanda şiddet güdüsü vardır. Ama bazı insanlar çocukluklarında yaşadıkları travmalar vs. sebeplerden dolayı psikopat davranışlar gösterebilir. Faşizm gibi bazı ideolojiler bu şiddet sapmasını özendirebilir, normalde hiç psikopat eğilimler olmayan bazı insanları da bir süre sonra bu sapkınlığı normal görecek duruma getirebilir.
Arınma Gecesi ve Testere gibi yapımlar şiddeti övüp teşvik edebiliyor.
Şiddet sapmaları nasıl bir biyo-politika sonucu normal ve hatta idealleştirilebilirse Cinsel sapmalar için de bu geçerlidir.
Eşcinselliğe Bakışın Zaman İçerisindeki Değişimi
Psikolog Dr. Mustafa Merter aşamalı değişimi şu şekilde özetliyor:

  1. 1952’de DSM Tanı Kriterleri'nde “eşcinsellik”, “sosyopatik kişilik bozuklukları” başlığı altında yer alırken; 1968’de bu kategoriden çıkarılıp diğer cinsel sapmalarla birlikte sı­nıflandırıldı.
  2. DSM’nin 1973 baskısında ise eşcinsellikten artık hiç bahsedilmedi ve eşcinsellik, “başka bir kategoriye girmeyen diğer cinsel bozukluklar” başlığı altında sayıldı.
  3. Eşcinsellik tanısı bilimsel alanda ortadan kaybolunca, çok kısa bir zaman için­de “eşcinsellik” üzerine bilimsel çalışmalar yapmak da artık mümkün olmadı, konuyla ilgili literatür aniden duruverdi.
  4. Klinik alandaki uzmanlar konu hakkında birbirleriy­le konuşmaktan ve profesyonel toplantılarda tebliğler sunmaktan çekinir hâle geldiler. Çünkü böyle girişimlerde bulunanlar “paradigma”nın sıkı kontrolü altında olan üniversitelerde hemen “persona non grata” ilan ediliyor, akademik kariyerleri baltalanıyor, homofobi ve ayrımcılık ile suçlanıyordu. Hatta bazı yazarlar hetero’ların homo’lar üzerine araştırma yapabilme yeteneğini bile sorguladılar (Suppe, 1982).
  5. Gey taraftarı araştırmacılar ise eşcinselliğin patoloji olarak kabul edilmesinden korktukları için psikolojik araştırmalar yapmadılar ve “böyle doğdun/born that way” teorisini güçlendirmek ama­cıyla genetik, hormonel ve nörofizyolojik teorilere ağırlık verdiler.

Konu derin çetrefilli ve uzun. Bir sonraki makalemizde LGBTİQ+ markasının nasıl oluştuğunu 3. yazıda ise İslam’ın eşcinselliğe bakışını irdeleyelim.
Kalın sağlıcakla…