Mişari Zeydi
Suudi Arabistanlı gazeteci- yazar
TT

Şeriatı kimden alıyoruz ve nasıl meşruiyet kazanırız?

Bazı takipçilerin Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın son televizyon röportajında ​​ifade ettiği ‘köklü’ anlamları gözünden kaçmış olabilir. Yasamanın anlamı ve kaynakları, benimsenen dini kimlik dahil kültürel kimliğin ne olduğuna ilişkin ‘yenilenmiş’ Suudi Arabistan vizyonuyla ilgili sözlerini kastediyorum. Burada yerimiz oldukça dar olduğu için, kelimeleri idareli kullanıp derdimi kısaca anlatmaya çalışacağım.
Anayasal anlamda Suudi Arabistan’ın bağlı olduğu kaynaklar arasında zayıf, koşullara ve zamana bağlı kaynakları dışlamakla ilgili sözleri bağlamında Veliaht Prens, haber-i ahad olarak tanımlanan kaynaklara da değindi. Kendimizi bu kafese kilitlemediğimizi, tam aksine kendimizi onları uygulamakla yükümlü kılmamızın Allah’ın hikmetine aykırı olduğunu dile getirdi ve tam olarak şöyle dedi: “Hal böyleyken bugün gelip, sahihliği (doğruluğu) kesin olarak ispatlanmamış hadislere geri dönüp insanları şeri yönden onlarla yükümlü kılarsak, Kuran’ın her zaman ve her yerde geçerli olduğunu buyuran Allah'ın sözüne meydan okumuş gibi oluruz”.
Bu, gerekli ve onsuz olunamayacak yüce bir anlamdır, çünkü geçmiş içtihatlara, din alimleri ve hükümdarlar başta olmak üzere o zamanki yaşam algılarına bağlı kalmak, sonraki nesillerin şeriatlarına bağlı Müslümanlar olarak aktif olmalarına engel olmak demektir.
Evet, buna bir örnek verebiliriz; her mezhepten Müslüman fakihlerinin kitapları, kölelik ve esirlikle ilgili hükümlerle doludur. Bununla ilgili yüzler hatta binlerce sayfa fetva vardır. Peki, bugünün dünyasında kölelik ve esirliğin bir yeri var mı? Bu, ölü geçmişin bir parçası haline geldi. Çok bilmiş ve komik – elbette trajikomik- DEAŞ, bu ölünün ağzına siyah nefesler üflemeseydi olduğu gibi ölü kalacaktı.
Dolayısıyla şeriat kavramı, canlı ve dinamik bir kavramdır. Harekete geçen, tepki veren ve etkileşim kuran canlı bir varlıktır. Olduğu gibi alınıp devlet ve toplumun önüne konulan ve onlara, işte size tastamam ve nihai bir şeriat, ya kabul edin ya da inkarcı olursunuz denilen sağır bir kaya değil. Bu, yazar Seyyid Kutup ve gazeteci Ebu Ala el Mevdudi gibilerin görüşüdür, şeriatın anlamını bilen bilge fakihlerin ve hukukun hükümdarlarının değil.
Bu bilgili din adamlarından biri de, “Makasıd el İslam” kitabının yazarı büyük Tunuslu fakih ve müfessir Şeyh el Tahir bin Aşur’dur. Kitabının önsözünde şöyle der: “Felaketler ve talihsizlikler zamanında, eğer yollar karışırsa, fakihin ümmetin işlerini yönetirken izleyeceği en geniş yol, menfaat yoludur. Bu açık yolu ve beyaz yöntemi takip etmezse, İslam’ın genel ve ebedi bir din olmasını engellemiş demektir.”
Bunu, Mevdudi’nin şu görüşüyle karşılaştırın; “Müslümanlar diğer dünya milletleri gibi bir millet değildir. Mesele, İslam'ın toplumsal dünya sisteminin tamamını yıkmak ve kendi fikrine göre yeniden inşa etmek isteyen devrimci bir fikir ve devrimci bir metot olmasıdır.” Bir yanda bilge ve basiretli bir alimin sözleri, diğer yanda sert, gergin, düşüncesiz ve bulanık gören birinin sözleri. Evet, Mevdudi’nin Hint Müslümanlarının durumu nedeniyle bunları söylemek için özel nedenleri olabilir, ama bu sorunlu düşüncelerine bağlı kalmamızı haklı göstermez. Her halükarda, şeriat kavramı Seyyid Kutub, Mevdudi ve onları kaynak kabul edenlerden çok daha geniştir. Kaynak demişken, Arapçada şeriat kelimesinin kökeni Lisanul Arap sözlüğüne göre ‘su kaynağı’dır.
Son olarak, büyük alim Şehristanî, Milel ve Nihal adlı kitabında şu açıklayıcı soruyu sorar: “Kendisi sonsuz olmayan bir varlık sonsuzu nasıl kat edebilir?”