Meslektaşımız Uday el Za’bi Facebook sayfasına şu cümleleri yazdı: “Danimarka'daki Suriyelilerin gerçek trajedisi, onları Suriye'ye göndermemenin, Danimarka'da sonsuza kadar bir grup fanatik, faşist ve cahil politikacının insafı altında hapsolmaları anlamına gelmesidir.”
Danimarka, hiç kimseye daimi ikamet izni veya vatandaşlık vermiyor, bu konudaki şartları tamamen olanaksız. Günlük yaşam, hükümetin tartıştığı ve yürürlüğe koyduğu, tümü de kaba ve göze batan biçimde Müslümanlara ayrımcılıkla muamele eden yasalardan dolayı sürekli bir korku ve gerçek bir dehşet içinde geçiyor. Medya hız kesmeden Müslümanlara hakaret ediyor. Göç konusunda sağ, merkez veya sol yok; hepsi aynı ortak noktada birleşiyor. Göçmenlerle ilgili en kötü ve sıkı yasalar solcu hükümetlerden geldi.
Hükümetin sınır dışı edip Suriye'ye göndermediği Suriyeli, hayatının geri kalanını bu faşist ortamda geçirecek. Bazı bölgelerde yaşaması yasak. Belirli mesleklerde çalışması yasak. Parlamento tarafından çıkarılan yasalar, ülkenin geri kalanı dışında sadece Müslüman topluluklar için geçerli. Bu olgu, Avrupa demokratik yasalarını benzeri görülmemiş bir yüzsüzlükle küçümsüyor. Bugün dünyada Suriyelileri kabul eden bir ülke olmadığı için de Danimarka’da yaşayan Suriyelilerin ne Avrupa ne de başka bir bölgedeki başka bir ülkeye taşınmaları yasak.
Danimarka'daki Suriyelilerin trajedisi, Suriye'ye gönderilmek istenmelerinde değil, Danimarka'daki yaşamlarında yatıyor!”
Bu dokunaklı paragraf iki kez can yakıyor; birincisi Suriyeli mağdurların çektiği acı, ikincisi Danimarka modelinin düştüğü seviye nedeniyle.
Öncelikle, Danimarka ekonomik kriz yaşayan bir ülke değil. Dünyanın en zengin ülkeleri ve en az kriz yaşayan ülkeleri arasında. Otoriter veya totaliter bir rejim tarafından yönetilen bir ülke değil. Özgürlüğe değer veren dünyanın en liberal ülkeleri arasında. Ancak Danimarka, aynı zamanda Avrupa'nın en ırkçı ülkelerinden biri, hatta tam anlamıyla en ırkçı Avrupa ülkesi olabilir. Bu özellikleri, bedelini yaşayan insanlar ödemeseydi, kahkahalara neden olacak bir denklem tarafından özetleniyor; Danimarka rejimi, bir yandan halkına insanlık dışı muamelesi nedeniyle Beşşar Esed rejimiyle herhangi bir angajman veya müzakereyi reddediyor. Fakat diğer yandan da Suriye'nin bazı bölgelerinde güvenliğin sağlandığı bahanesiyle 94 Suriyeliyi sınır dışı edip "güneşli" ülkelerine göndermeyi planlıyor.
Danimarka'da Suriyelilerin çektikleri, formatları ve ifadeleri başka ülkelerde de tekrarlanan bir soruna işaret ediyor; demokratik ve liberal değerleri, mensubu olan içindekiler ile dışındakiler arasında keskin bir ayrımın bulunduğu dine benzer bir şeye dönüştürmek. Demokrasi ve liberalizm birinci gruptakiler için geçerli, ikinci gruptakiler ise ondan ya mahrumlar ya da miras aldıkları kimlik ve kökene göre meyvelerinden yalnızca küçük bir pay alabilirler.
İlerlemeci değerlerin sömürgeci ve yarı-sömürge ülkelerde doğduğu doğru, ancak sonrasında yaşanan birçok deneyimin, bu ilerlemenin demokrasi, insanlık ve eşitlik duygusu ile doğrultulmadığında, doruk noktasını faşizmin temsil ettiği bir vahşete götüreceğini gösterdiği de doğru. Hak eden içerideki ile hak etmeyen dışarıdaki teorisi, İkinci Dünya Savaşı’nda faşistlerin hezimetinden sonra oluşan insan hakları ideolojisi tarafından alaşağı edildi. Sadece hatırlamak amacıyla 1948'in sonlarında yayınlanan "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi"nin birinci ve ikinci maddelerini okuyalım.
Birinci madde şöyledir; “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar”. İkinci madde; “Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir…” 14. madde de şunu ekler; “Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.”
İç ve dış arasındaki ayrım teorisi bu deklarasyondan önce vardı ve ondan sonra da devam etti. Doksanlı yıllardan önce beyaz Güney Afrika'da kendini tüm ihtişamıyla sergiledi. "Ortadoğu'daki tek demokrasi" ve "çölü yeşillendiren" olduğunu iddia eden İsrail de bunun başka bir modelini sundu. Şu anda Doğu Kudüs'teki Şeyh Cerrah mahallesinde yaşananlar bunun son örneği. Myanmar, sadece aylar önce bize yeterince gösterge sağlıyordu. Orada askerler yönetimden uzaklaştırıldı ve Rohingya Müslümanlarının dışlandığı bir demokratik rejim kuruldu. Ancak yalnızca Budistlere mahsus olan bu demokrasi çok geçmeden yine ordunun eline geçti. Onlar saf kimliği temsil etmeye en kudretli ve layık olanlardır. Demokrasinin bu düşmanları, yükselirken demokrasinin sularından içtiler.
Danimarka’ya dönecek olursak, bu arada kendisi 1951’de BM Mülteci Hakları Sözleşmesini imzalayan ilk ülkedir, onu bu bataklığa sürükleyen, kamusal hayatı temizlemesi gereken siyasi oyunun ta kendisi. Yani, işçi sınıfının oyları için yarışan, iktidardaki Sosyal Demokrat Parti ile ırkçı Danimarka Halk Partisi arasındaki popülist rekabet.
Bilindiği gibi Danimarka, son 30 yıl içinde en az sayıda mülteciyi kabul eden ülkelerden biri. Nitekim bugün Uday Za’bi’nin yazdığı gibi “orada hapsolmuş” Suriyeli mültecilerin sayısı 32 bini geçmiyor. Danimarka’nın nüfusu ise 6 milyon!
TT
Danimarka'daki Suriyelilerin canını ikinci kez yakan trajedi
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة