Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

Çin: Cornwall odasındaki fil

ABD Başkanı Joe Biden, geçen hafta sonu Cornwall'da yapılan G7 Zirvesi’nde diğer katılımcıları hiçbir şey yapmamaları nedeniyle uyararak, “Çin, yemeğimizi yiyecek” dedi. Biden abartılı mı konuştu yoksa dünya Çin tehdidini görmezden mi geliyor?
Burada, G7’nin tüm üye ülkelerinin en büyük ticari ortağı olan Çin'in, bu ülkelerin yemeğinin bir kısmını zaten yediğini belirtmekte fayda var. Çin, yatırımların, teknolojinin ve tabii ki Batı pazarlarının olmadığı bir zamanda, Maoizm'in çılgınlığı ve onun fikirlerinin ataleti arasında sıkışmış halde aç kalabilir.
Özellikle de Biden bunun farkında olmalı. Çünkü Biden'ın, dekorun bir parçası olduğu Obama yönetimi döneminde ABD’nin küresel stratejisinin odaklanacağı temel yönelim olarak “Asya ve Pasifik” ifadesi lanse edildi. Obama, Çin'in Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyeliğini güvence altına almasına ve Amerikan sermaye piyasalarına ayrıcalıklı erişim kazanmasına yardımcı oldu. Çin, Obama yüzünü diğer tarafa her çevirdiğinde, çevre denizlerdeki bir dizi adayı militarize etmekle meşgul oldu. Avrupalılar ise “Asya ve Pasifik” sloganına, ‘Çin'in geleceği temsil ettiğinin ve üzerine bahse girilecek en iyi koz olduğunun’ işareti olarak baktılar.
Obama'nın “Asya ve Pasifik” projesi -diğer tüm büyük planlarında olduğu gibi- yönetimin Çin'in küresel sistemdeki yeri ve ABD ile ilişkilerinin doğası hakkında belirli bir tanımı olmaması nedeniyle başarısız oldu. Çin'in düşman mı yoksa dost mu olduğu sorununu çözemediler. İçinde kendisine ibadet derecesine varacak kadar hayranlık duyan Obama, kendi şahsi cazibesinin Çin'i istediği yolu izlemeye ikna etmeye yeteceğini düşündü.
Bu tereddüt Cornwall'da da mevcuttu. Nitekim G7 liderleri, Çin'in bir sorun olduğunu doğruladılar fakat bu sorunun doğasını belirleyemediler. Pekin’in Sincan'da işlediği korkunç eylemlere ve Hong Kong'daki baskıcı uygulamalarına özel atıfta bulunarak ‘insan hakları’ konusunda çokça konuştular. İlginç olan ise bu güçlerin, Tiananmen katliamı ve genellikle Batılı güçlerin finanse ettiği fabrikaların sayısında büyük artışın yanı sıra Pekin'in Tibet, Mançu, Uygur ve Moğol kimliklerini yok etmesiyle ilgili daha az yaygara koparmalarıdır. Yüz milyonlarca Çinli köylü, zengin ülkeler için ucuz tüketim malları üretmek amacıyla kurulan bu fabrikalarda -bir tür köleliği temsil eden koşullarda- zorla çalışmak üzere seferber edildi.
George Bush ve Barack Obama, başkanlıkları sırasında Çin'e bir dost değil, bir ortak olarak davrandılar. Bugün Cornwall zirvesinin ev sahibi Başbakan Boris Johnson, -Almanya ve Fransa Çin pazarından daha büyük bir dilim koparmayı beklerken- aynı melodiyi tekrarlıyor. Fransa'da, tarihi üzüm bağlarından ultra modern fabrikalara kadar Çinli yatırımcılara ülkenin çeşitli sektörlerini satmak konusunda uzmanlaşmış şirketler var. ABD'ye gelince, Çinlilerin zor bir şekilde kazanmış oldukları dolarları sıfıra yakın bir faiz oranıyla ABD Hazine Tahvilleri’ne harcamamaları durumunda ne olacağını hayal etmek ilginç olur.
G7 açıklamalarının süslü retoriğine rağmen açık olan bir şey var ki, o da tüm bu ülkelerin ‘Çin sorununa’ aynı perspektiften bakmadıklarıdır. Dünya düzeninin karmaşıklıkları, Kayzer Wilhelm tarafından ortaya konan “sarı tehlike” fikri temelinde Çin ile münasebet kurmayı başarısız bir girişim haline getiriyor. Öte yandan birbirini izleyen ABD yönetimlerinin -hatta Nixon'ın- hayal ettiği gibi ‘Çin ile ilişkiler’ konusu, Çin’siz bir dünya inşa etmek anlamına gelmiyor.
Cornwall'da G7 liderleri, küresel ısınmayı azaltmak, okyanusları geriletmek için çalışmak ve 2050 yılına kadar gezegeni geçmişteki cennet haline geri döndürmek hakkında rüya gibi bir dilde konuştular. Dünya üzerindeki tüm kirliliğin yüzde 27'sinden sorumlu olan -ki G7 ülkelerinin tamamının toplam payı yüzde 20’dir- Çin olmaksızın bu yapılabilir mi? Biden'in, Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol” girişimine rakip olacak küresel bir altyapı geliştirme projesi başlatması önerisi, ABD -ihmal edilmiş altyapısıyla- kendisini bir rol model haline getirmiş olsaydı daha inandırıcı olurdu.
Şüphesiz mevcut Çin liderliği, kendisini küresel liderlik için gerçek bir rakip olarak görüyor ve öyle ki, otoriter rejimini modern dünya için ideal bir siyasi model olarak sunuyor. Kendi adıma bu girişimleri, “Pekin’den şüphe duymanın göstergesi ve ölü komünizmi sahte milliyetçilikle değiştirmeye çalışan bir liderliğin ucuza meşruiyet arayışı” olarak görüyorum.
Çin'den gelen meydan okumaya hem küresel olarak hem de kendi içinde karşı konulmalıdır ve bu yönde atılacak bir adım, Halk Cumhuriyeti'nin yumuşak ve sert güçler açısından gerçekçi bir değerlendirmesini gerektirecektir. Bu, Çin'in küresel gündemi belirleme yeteneğine sahip “tek süper güç” yolunda olduğu saçmalığı üzerine bina edilemez. Burada, Batılı liberal demokratik modelin sonu anlamına gelen “ABD yüzyılının sonu” ile ilgili spekülasyonlar yapıldığını unutmayalım. ABD ve diğer Batılı ülkelerdeki bazı düşünürler, 1960'larda Sovyetler Birliği'ni bu rolde görmüşlerdi. 1970'lerde Hermann Kahn liderliğinde bazı fütüristler, ‘Fransa'nın gelecekteki dünya lideri’ olacağını düşündüler. 1980'lerde Japonya hakkında benzer konuşmalar yapıldı.
Ancak bunların hiçbiri olmadı. Sovyetler Birliği çöktü ve yeni bir otoriter rejime yol açtı. Bu rejim, Batı demokrasileri karşısında bir aşağılık kompleksine sahiptir ve başkalarına örnek olmak yolunda herhangi bir girişimde bulunmamaktadır. Fransa'ya gelince, kendisi her ne kadar Gaullist modelden (De Gaulle modeli çn.) uzaklaşarak daha liberal ve demokratik olsa da dünyanın tek süper gücü seviyesine yükselmeyi başaramadı. Bununla birlikte “Japon yüzyılı” fikri, Kabuki gösterisindeki dumanlar gibi hızlıca kayboldu.
Çin'in küresel güç ve nüfuz arayışında, 19. yüzyılın Batı imparatorluklarının yolunu takip ettiği yönünde bir düşünce var. Bu devletler, hammadde ithal ediyor, mamul mal ihraç ediyor ve dünya çapında ticaret ağları, silahlı gemiler ve sömürge kaleleri inşa ediyorlardı. Ancak Çin'in bu yaklaşımı tam olarak takip etmesi mümkün değildir. Bunların en başında, Çin modelinin ‘kapitalizmin demokrasi olmadan sonsuza kadar devam edebileceğini’ varsayması gelmektedir ve bu varsayımın yanlışlığı, Batılı sömürgeci güçler tarafından geçmişte kanıtlanmıştır. 
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in küresel liderlik arayışı, kapitalist bir modelin demokrasi olmadan inşa edilebileceğine şüphelerinin bir göstergesi gibi görünüyor. Cinping, uzun zaman önce ölen komünizmin yerine sahte bir ulusalcılığı getirebileceğini umuyor. Dolayısıyla Obama'nın yaptığı gibi Çin tehlikesini küçümsemek kesinlikle bir hataydı. Ancak Biden'in Cornwall'da yaptığı gibi, onun tehlikesini ve gücünü abartmak da yanlıştır.