Sevsen Şair
TT

Ümmet ve devlet kavramları üzerine

İsraillilerin Mescid-i Aksa'ya Husilerin de Kabe-i Şerife’ye yönelik saygısızlık girişimlerinin aynı zamana denk gelmesiyle Körfez ülkelerimizde, Mescid-i Aksa'nın hedef alınmasına verilen tepki ile Kabe'nin hedef alınmasına verilen tepki arasında karşılaştırma yapan bir tartışma baş gösterdi. Bu tartışma ile tedavi etmeden bıraktığımız, patladığında yüzeysel olarak tedavi ettiğimiz, ardından içini boşaltıp kökten tedavi etmek zorunda kalma korkusuyla üstünü örttüğümüz bir çıbanı patlattı.
 Mescid-i Aksa'ya destek için ayaklanırken Kabe'yi desteklemek konusunda sessiz kalanlar, bu sessizliği tartışmanın hararetine dayanmayan ve eriyen gerekçelerle haklı çıkarmaya çalıştılar. Gençlerimiz, Kabe'nin Allah'tan sonra onu koruyan bir Suudi Arabistan ordusu olduğu ama Mescid-i Aksa’nın onu koruyacak bir Müslüman güç olmadığı düşüncesiyle, ümmetin kutsallarını savunurken Kabe'nin müdafaasında sessiz kalmanın ters düşmeyeceğine inanmış ve ikna olmuş. Bu konudaki bölünme politik olarak zorla dine bulanmış olsa da ümmet ile devlet arasında kalan gençlerimiz onu çözemediler. Ancak itiraf etmeliyiz ki ikisi arasındaki açmaz on yıllardır ertelenen, tedavisinin gecikmesinin sorumluluğunu şimdiki neslimizin değil de bizlerin üstlenmesi gereken bir çıbandır. İkinci binyıl kuşağı, ona miras bıraktığımız, Arap veya İslam ümmeti bağı ile vatan bağı arasındaki ilişkinin içeriğini oluşturduğu nesilden nesle aktarılan kavramlarla boğuşuyor. Ümmetin daha küçük topluluk olan vatan bağı ile ters düşmeyen bir insan topluluğu olduğu, ümmetin kazanımlarının ulus devletin kazanımları ile çelişmediği üzerinde hassasiyetle durmadan bu kavramın üzerinden geçtik.
Ümmete bağlılığı benimsemek, ümmet için ayaklanmak ve evlatlarına yardım etmek vatana veya devlete zarar verdiğiniz anlamına gelmez. Bize her zaman ümmet birliğinin sonuç, ulaşmaya çalıştığımız gaye olduğu öğretildi. Onu gerçekleştirmek için elimizden geleni yaptığımız, bunun vatana sevgimiz ve bağlılığımız ile ters düşmediği, çünkü vatanlarımızın nihayetinde ümmetin bir parçası olduğu söylendi.
İster Arap isterse İslam ümmetinden bahsediyor olalım, denklem aynı; biz Arap ümmetine hizmet etmek için vatanlarımızla birleşiriz, Arap ümmeti de birleşip diğer İslam vatanlarını içine alır ve güzel hayal, İslam ümmetinin birliğine ulaşırız. Bütün bunlar, bugün olduğu gibi, bir Arap ülkesi ile başka bir Arap ülkesi arasında veya bir Arap ülkesi ile yabancı bir ülke arasında hiçbir çarpışma, çatışma veya savaş olmadığında barış ve esenlik içinde gerçekleşiyordu.
Bu çatışmaya yol açan sebepler ne olursa olsun, bu denklemleri koruyan ve ezberleyen nesiller, bugün kimlikler, Arap-Arap, Arap ve yabancı Müslüman devletler arasında sıkışıp kaldıktan sonra, kendilerini bir yanda ümmet, öte yanda vatan arasında bölünmüş bir halde buldular. Bu nesil kendisini ümmeti ile vatanı arasında bir tercih yapmak zorunda kalmış buldu ve birini seçen diğerine ihanet etmiş sayıldı.
Bu üstünlük çekişmesinin gelecek nesillerde yeniden yerleştirilmesi gerekiyor. Bu, diyalektik olarak kesin sonuca varmadan on yıllarca mantıksal olarak çözümü ertelenmiş bir ikilem, çünkü biz devlet ve ümmetin çıkarlarının çatışacağı günün gelmeyeceğine inandık. Abed el-Cabiri ve Muhammed Cabir el- Ansari gibi birçok Arap düşünür, ayrıca Amin Maalouf ve diğerleri bu düşünsel ikilemi ve kimlik çatışmasını ele aldı. Arap ülkeleri rejimlerinin hiçbiri, bu düşünsel ikilemi, devletlerinin varlığına bir tehdit olarak dikkate almadı. Bunu ancak işin ucu onlara dokunduğunda ve İslam ülkeleri, Arap gençlerini İslam ümmeti için çabaladıklarına ve onu temsil ettiklerine ikna edip kendi ülkelerinin gündem ve çıkarlarına hizmet etmeleri için cezp ettikten sonra dikkate almaya başladılar. Böylece gençlerimiz bugün kendilerini bu çatışma ve fikri parçalanma karşısında buldular. Yalnızca rabbine itaat eden bir Müslüman ve iyi bir vatandaş olmak isteyen gençlerimiz, bu iki kamptan hangisine katılırlarsa katılsınlar ihanet ile suçlanır oldular.
Birçoğumuz bu fikri ikilemi hafife aldı, ciddiye almadı, kökleşmesinin, etki ve sonuçlarının bu boyuta ulaşacağını tahmin etmedi. Bu yüzden -şu ana kadar- kendisine yaklaşımımız yüzeysel, her zaman stratejik olmaktan ziyade taktiksel ( ki arada büyük bir fark var) oldu. Şiddeti artıp gençlerimiz devletin güvenliğini tehdit eden yasadışı eylemlere bulaştığında da kendisini güvenlik açısından ele aldık. Diğer bir deyişle, her yüzeye çıktığında buzdağının zirvesini törpülüyor, zirvenin yeniden oluşması için kök ve tabanına müdahale etmeden olduğu gibi bırakıyorduk. Arap Baharı depreminden sonra dahi bunu sürdürdük. Gençlerimizin bir kısmı, İslam ümmetine hizmet ettikleri düşüncesiyle dini grupları destekleme konusunda hevesli, onun gözünde ümmete değil de vatana hizmet ettikleri için anavatanlarındaki rejimler yerine bu grupları kendilerine daha yakın hissediyor. Bir kısmı da ülkelerine düşman olanlarla el ele verdikleri için bu grupları hain olarak niteliyor. Bizler bu fikri ikilemi görmezden geldikçe, fikri olarak ele almaya önem vermeyip kesin bir şekilde çözmedikçe, ümmet kavramını benimseyen ve Arap gençlerimizi devşirmek için tuzaklar kuran yabancı ülkelerin insafına kalmaya devam edeceğiz.
Bugüne kadar nesillerimize gerçekçi olmayan bir denklem aktarıldı; ümmet ve devletin kazanımları hiç çatışmadı ve asla çatışmayacak. Şimdi bu mantığı parçalarına ayırıp, gelecek nesiller için yeniden formüle etmek bizim sorumluluğumuz.