Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

Lenderking’in Husileri tarifindeki nitelemesi

ABD'nin Yemen Özel Temsilcisi Tim Lenderking’in açıklamaları büyük yankı uyandırdı ve öte taraftan, Husilerin meşruiyetinin tanınması olarak değerlendirilen sözleri ise büyük soru işaretlerini beraberinde getirdi. Lenderking, 24 Haziran Perşembe günü ABD-Arap İlişkileri Ulusal Konseyi ile video konferans aracılığıyla yaptığı görüşmede, “Husilerin meşruiyeti, yani ABD’nin onları meşru bir aktör olarak kabul etmesi hakkında çeşitli münasebetlerle konuştum. Husileri önemli kazanımlar elde etmiş bir grup olarak görüyoruz. Kimse onların çatışmadan çıkmalarını isteyemez” sözlerini sarf etti.
Bu bir dil sürçmesi mi, yoksa ‘meşruiyet’ ile ‘tanıma’ kavramları arasındaki farkla ilişkin bilgi eksikliği mi? Açıklamanın bu zamanda gelmesinin sebepleri nelerdir? Bunun, İran nükleer dosyasına dair Viyana müzakereleri ile ilgisi var mı? Eğer öyleyse, Viyana müzakereleri iki aydan uzun süredir devam ederken neden şimdi? Açıklamanın İran'daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçlarıyla ve İran’daki radikaller arasından cumhurbaşkanının çıkmasıyla bir ilgisi var mı? Husiler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararlarında nasıl sınıflandırılıyor? ABD’nin Özel Temsilcisi’nin sözleriyle özünde örtüşüyor mu, yoksa onunla çelişiyor mu? Birleşmiş Milletler (BM) Yemen Özel Temsicisi Griffiths'in yaklaşımı, Lenderking'in tanımlamasıyla uyumlu mu, yoksa onun konumuyla çelişiyor mu? Böyle bir yazıda, tam ve ayrıntılı olarak bu zor soruların hepsine yanıt vermek zor olacaktır. Bundan dolayı cevaplarımız, bazı sorularla sınırlı olacaktır.
Husilerin Yemen krizinde bir taraf olarak kabul edilmeleri yeni bir şey değil. Nitekim Yemen meşruiyeti onları, aralarındaki ihtilafın çözümünde bir anlaşmaya varmak için müzakere edilmesi gereken bir taraf olarak kabul etti. Birleşmiş Milletler’in (BM) denetiminde Cenevre’de, Kuveyt’te, Stockholm'de ve çok çeşitli uluslararası konferanslarda onlarla bir araya geldi. Bütün bunlar uluslararası bir arabulucunun da hazır bulunmasıyla gerçekleşti. Uluslararası bir arabulucu olmaksızın iki taraf arasında hiçbir görüşme gerçekleşmedi.
Griffiths, hareketin liderleri ve temsilcileriyle görüşmek üzere Sana’ya ve Umman Sultanlığı'na birkaç kez ziyarette bulundu. Bu, çatışmanın tarafları arasındaki müzakereler için normal ve olağan bir durum olmasının yanı sıra bazıları her ne kadar müzakereler için aynı masaya oturmayı reddetse de geçtiğimiz dönemlerde Husilerle olan ilişkilerde durum buydu. Burada, Amerikan heyetinin, nükleer dosya konulu Viyana müzakerelerinde İran ile müzakere eden diğer delegasyonlara doğrudan katılmadığını belirtelim. Bunun ABD iç işleriyle ilgili siyasi nedenleri vardır. Çünkü, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin İran'la yapılan müzakerelere ilişkin tutumları farklıdır.  
Lenderking'in Umman Sultanlığı'ndaki görüşmelerinin oradaki temsilcilerle sınırlı olmadığı açıktı. Zira Lenderking’in Husilerin temsilcisi Muhammed Abdüsselam ile de bir araya geldiği düşünülüyor. Ancak Lenderking herhangi bir görüşme yaptığını her zaman reddetti. Nitekim bunun, Biden yönetiminin eski ABD başkanı tarafından terör örgütü listesine alınan Husi hareketini tanıması anlamına geldiğini biliyor. Bu ise ABD yasalarınca yasaklanmıştır. Husiler, terör örgütleri listesinden çıkarıldıktan ve Lenderking ABD'nin Yemen Özel Temsilcisi atandıktan sonra onlarla doğrudan bir görüşme yapıldığı reddetse bile bunu geçenlerde itiraf etti.
Ancak kendisine verilen görevleri yerine getirmek adına onlarla görüşmeyi kabul etmek başka bir şey, onları fiili otoriteyi temsil ediyormuş gibi ‘meşru bir hareket’ olarak sınıflandırmak ise başka bir şeydir. Burada şunu sormak gerekiyor: ABD’nin Mao Zedong yönetimi altındaki Çin Halk Devletini tanımama yönündeki tutumu nasıl açıklanabilir? Çin o sıralar dünya nüfusunun dörtte birini temsil ediyordu. ABD buna rağmen onun meşruiyetini tanımadı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki daimî koltuğun Çin Cumhuriyeti’nde kalmasında ısrar etti. Bu tutum, 1971'de Başkan Nixon dönemine kadar değişmedi. Meşruiyet kavramı eğer devletlerin hükümetlerine ait bir şey ise, uluslararası toplum tarafından tanınan bir otoriteye karşı darbe yapan bir darbe hareketi nasıl meşrulaştırılabilir? Devletlerin egemenlik tanıma hakları vardır, fakat silahlı çatışmanın tarafını ve çatışmanın barışçıl bir şekilde çözülmesine katılımının gerekliliğini tanımak, onun meşruiyetini tanımaktan farklı bir şeydir. Çünkü bu hareket, ABD tarafından zaten meşruiyeti tanınmış olan bir devletin bazı yerlerini kontrol etmektedir. Husi hareketinin kendisinin Cumhurbaşkanı Hadi rejiminin meşruiyetini tanıdığından, ulusal diyaloga ve kararlarına katılmayı kabul ettiğinden bahsetmiyorum bile.
Bunlardan ötürü ABD'nin Yemen Özel Temsilcisi’nin açıklamalarının Yemen çevrelerinde infiale sebep olması şaşırtıcı değildi. Bu açıklamaların arka planında yer alan insani mülahazaları göz ardı etmiyoruz. Bunlar hızlı bir tedavi ve çözüm gerektiriyor. Ancak gözden kaçırılmaması gereken şey, insani felaketin yedi yıl boyunca devam eden savaş dolayısıyla boyutlarını ülkenin geri kalan kurtarılmış bölgelerine de genişlemiş olmasıdır. Bu felaketin kaynağı ise, Yemen'de savaşın patlak vermesine sebep olan Husilerin meşru otoriteye karşı darbesidir.
Bu açıklamalar tüm tarafların tepkilerini ölçmek üzere yapılan bir test miydi, yoksa İran nükleer dosyası ve Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin seçilmesiyle bir ilgisi var mıydı? ABD yönetimi, Çin ve Rusya ile olan ilişkilerindeki büyük meydan okumayla yüzleşmek için -uluslararası arenadaki yükünü hafifletmek adına- Yemen krizinde hızlıca bir çözüme mi ulaşmak istiyor? Eğer bu açıklamalar tarafların tepkilerini ölçmek üzere yapılan bir test ise, bunun kabul edilemez olduğu ortaya çıktı. Nitekim Dışişleri Bakanlığı, dünyanın geri kalanı gibi Washington'un da yalnızca meşru Yemen hükümetini tanıdığını vurgulayarak bu durumu düzeltti.
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diyerek yazımızı sonlandırıyoruz.