Sam Mensa
TT

Feyruz’la birlikte soruyoruz; Neredeler?

“Vatan” olarak adlandırılan Lübnan adındaki bu noktada ikamet eden bir yazarın, halkının yaşadığı trajedilerden uzak durması çok zordur.
Komşu bölgenin tamamının, toplumlarını yok eden savaşlara ve çatışmalara tanık olmasına, ekonomi, sosyal, eğitim, çevre ve kalkınma gibi acil olan ve olmayan sorunlarının patlak vermesine rağmen, Lübnan'ın içinden geçtiği koşullar, yaşam şartlarındaki hızlı bozulma, makalenizin konusunu seçme hakkınızı elinizden alıyor. Aynı anda hem düşüncelerinize hem de takıntılarınıza ve kaleminize kendisini empoze ediyor.
Lübnanlıların çektiği acılar ve dipsiz dibe çöküşlerinin hızı, fiyatların yükselmesi, para biriminin çöküşü, birçok mal türünün yokluğu, elektrik, su ve yakıtın karneye bağlanması, sağlık sektörünün çilesinin ötesine geçen krizleri hakkında çok şey yazıldı.
Her gün dinlediğimiz terane bitmiyor, öyle ki medyanın ve ülkedeki duruma dair tasvirinin ayaklanmayı teşvik etmeyi ve devrimi canlandırmayı mı yoksa şevk, azim ve kararlılığı çökertmeyi mi amaçladığı konusunda kafamız karıştı.
Bilhassa haber bültenleri, anavatan ve vatandaş için bir ölüm ilanına, çantaları toplamak için açık bir çağrıya dönüştü.
İster işin iç yüzünü bilen ister sıradan olsun, Lübnanlıların çoğu, yaşananların ülkeyi tüketmeyi, onu ele geçirmeyi ve siyaset, geçim, toplum, ekonomi ve kalkınma kalıplarını değiştirmeyi amaçlayan bir gidişat olduğunu anladı. Bu gidişata karşı uyarmaktan ve kendisini radikal bir darbe olarak nitelendirmekten dilimizde tüy bitti ama medya bunu duyurmakta çok gecikti.
İşler hastane ve kliniklerin kapanması, ilaç ve aşı yokluğu noktasına kadar dayandı.
Karanlık, küçük ve büyük şehirleri kaplıyor. Devletin elektriğine alternatif olan jeneratörler için de yakıt bulunamadığından, gece dağlardan başkent Beyrut’a bakıldığında geçmişte olduğu gibi bir ışık noktası değil, artık koyu bir karanlık nokta görülüyor.
Vatandaşlara stoklarından az bir miktar da olsa yakıt sağlayan akaryakıt dağıtım istasyonlarının bile kendi jeneratörlerini çalıştıracak stokları tükendi.
Burada bazı tüccarların ve tekelcilerin açgözlülüğünün sorumluluğunu inkar etmiyoruz.
Ancak bu, devleti ve ilgili yetkilileri sorumluluklarından kurtarmaz. Aksi halde neden yönetimdeler!?
Egemen otoritenin konuyu ele alma yaklaşımı, ülkeyi bilinçli ve kararlı bir şekilde devrimci seçiminin sonuna doğru götürdüğünü söylememize olanak tanıyor. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı’nın inatçı, dik kafalı ve engelleyici performansı normal hale geliyor.
Nihayetinde egemen otoritenin bir direği ve hakim Hizbullah’ın ana müttefiki olan Temsilciler Meclisi Başkanı'nın pozisyonları anlam kazanıyor.
Hükümeti kurmakla görevli başbakanın ise, bir kabine oluşumu koparmaya çalışmaktan veya Lübnan halkının çektiği acıları kısaltmak için görevden çekilmekten başka bir sorumluluğu bulunmuyor.
Ordu ve diğer güvenlik güçlerinin siyasi bataklığa ve mezhepçiliğin iğrenç kokusuna düşmeleri mümkün değil, çünkü o zaman sorunlar çözülmek yerine daha da kötüleşir.
Sözde geleneksel siyasi muhalefete gelince, onu daha önce, ülkenin varlığının yok olma tehdidi altında olduğu bir zamanda da içinde bulunduğu durum için şiddetle paylamıştık. Parçalanmışlığı, dağılmışlığı ve yüksek ulusal çıkarlar uğruna dar kişisel ve partizan çıkarların ötesine geçemediği için hakkında mevcut tüm kötü nitelemeleri kullanmıştık.
Bu nedenle hakim durum, iktidar veya muhalefetin ülkede herhangi bir kurtarma rolü oynayacağına dair hiçbir umudun olmadığıdır.
Peki ama sıradan insanlar?
17 Ekim devrimine ne oldu?
Benzeri az bir azim ve kararlılıkla sokağa inen, akıllı telefonlar, yaratıcı sloganlar ve ulusal seferberlik ile donanmış gençler nerede?
Gençler, ekmek, iş imkanı, su, elektrik, sağlık sigortası değil, her şeyden önce kendilerine benzeyen bir ülke talep ettiler.
Öyle bir ülke ki:
Genç, çevik ve aktif bir ülke.
Özgürlük ve adaleti temel alan bir ülke.
Sistemlerin bir kişi, aile veya ideolojinin ölçülerine göre biçilmediği bir ülke.
Onları bölgesel ve küresel güçlerin elindeki bir takas kartına dönüştürmeyen bir ülke.
Bir değerler ve insan hakları ülkesi talep ettiler.
Şimdi neredeler? Oysa bugünle, geçim ve yaşam koşullarının ulaştığı dip ile kıyaslandığında, 17 Ekim devrimi öncesi durum her alanda daha iyiydi. Medya ve sosyal medya, restoranlar, kafeler, yüzme havuzları ve bazı yazlık köylerdeki turistik faaliyetlerin ne kadar artmış olduğunu yansıtırsa yansıtsın, Lübnanlıların ve sakinlerin ezici çoğunluğunun yaşadığı yoksulluk, yoksunluk ve ıstırabın dehşeti gizlenemez.
Yaz turizminden istenilen faydalar ve kazançlar ne kadar büyük olursa olsun, bunların burada açıklamaya yerimizin olmadığı birçok olumsuz yönü de var.
17 Ekim devrimiyle mantar gibi biten epey çok sayıdaki siyasi, ekonomik, sosyal ve eğitimsel her türlü dernek, cephe ve örgüt, sivil toplum kuruluşu ve örgütü nerede?
Hiç şüphesiz en muhtaç ve yoksul gruplara yardım sağlamadaki rolleri takdire şayan, ancak tepkilerin ve yaraları sarmanın ötesinde bir rol oynamanın zamanı gelmedi mi?
Ülkenin yüz yıldan fazla bir süredir tanık olmadığı eşi benzeri görülmemiş acılar arasında ciddi siyasi eylemler, girişimler, baskılar ve tırmandırmalar nerede?
Kısaca, Lübnanlılar nerede?
Nedenin korona salgını olduğu söyleniyor, biz de diyoruz ki, pandemi hiç kimseyi konukları binleri aşan düğünlere katılmaktan, restoran ve kafelerin dolmasından alıkoymadı.
4 Ağustos'taki Beyrut Limanı patlaması yıldönümünün, daha güçlü bir ivmeyle, daha bilinçli bir siyasallaşmayla, daha net ve odaklanmış taleplerle, devam etmekte daha ciddi bir biçimde devrimi yeniden ateşlemesini bekledik, ancak beklentiler boşa çıktı.
Dikkatlerini çekmek için önce yetkililere, sonra uluslararası topluma baskı yapmak amacıyla uzun günler oturma eylemleri ve gösteriler düzenlemek zor değil.
Geçen yüzyılın sonunda Doğu Avrupa ülkelerinin şahit olduğu gibi, uluslararası toplum, özellikle de Batı ülkeleri, haklarını arayan örgütlü kalabalıkları görmezden gelemez.
Ne 14 Mart 2005'ten ne de 17 Ekim ve 22 Kasım 2019'dan sonra halk hareketi devam ettirildi.
Sihirli bir güç sanki ülkenin en çok ihtiyacı olduğu bir zamanda Lübnan halkının ivmesini yutuyor.
Bugün, “Lübnan dirilecek”, “Umudumuzu acılarımızdan alıyoruz” ve “Lübnan, ölmeyen mesaj” gibi sözleri öyleyenlerin bile inanmadığı sloganlardan başka bir şey duymuyoruz!
Neden hep yandığını sormadan sürekli yanan ve her seferinde küllerinden yeniden doğan anka kuşu illüzyonunu besleyen sloganlar.
Toplumdaki diğer kurumların rollerini oynamasını bekledik. Burada açıkça dini kurumları kastediyoruz.
Her ne kadar biz ve diğerleri kendisini siyaset ve konularından uzak tutmasını tercih etsek de, bu, normal durumlarda geçerli, ancak bugün durum trajedinin de ötesine geçti.
Maruni Patriği Bişara er-Rai veya Müftü Abdullatif Deryan ve diğer Hristiyan ve Müslüman din adamlarının konuşmalarını ve tutumlarını takdir etsek de, bunlar yeterli değil.
İçinde bulunduğumuz evre, alışılmış olanın, geçmişte ve bugün dolaşımda olan, kendini tekrarlayıp duran literatürün dışına çıkan pozisyonlar ve eylemler gerektiriyor.
Büyük önemi ve ulusu içinde bulunduğu korkunç sıkıntıdan kurtarmakta sağlayacağı etkiye rağmen, Doğu Hristiyanlığı’nın patriklerinin Vatikan'da Papa Francis ile buluşmalarından bile yerel ve uluslararası düzeyde gereğince yararlanılamadı. Buluşma gerçekleşti ama gerek Hristiyan gerekse Müslüman (özellikle de Sünni ve Dürzi) Lübnanlılar peşine düşüp devam ettirdiler mi?
Cevap olumsuz.
En büyük korkumuz ise, dünyanın sorunlarımızdan bıkması ve o zaman Amerikalıların bölgenin çözümsüz sorunları için kullandıkları “Lübnan ve Lübnanlıların sorunları gibi” tanımlamasının bizim için tamamen geçerli hale gelmesi.