Hayatımda Irak'ı hiç ziyaret etmemiş olmam kadar beni utandıran bir şey yok. Bu bir keder, acı, pişmanlık ve ölçülemez bir kayıp duygusu kaynağı. Nasıl böyle olmasın ki, Irak, ben doğmadan önce bile benim ve ailemin mirasının bir parçası. Irak’ın mirasına duyduğu hayranlıktan ve figürlerinden etkilenerek babam beni adımla onurlandırdı. Tek oğlumun adını ondan ilham alarak ben de aynısını yaptım.
O, sertlik ile incelik, çatışmaların şiddeti ile iyi soy, koşulların sertliği ile yaşamın sükuneti, siyasette yok sayma ile sanatın, medeniyetin, düşüncenin ve mükemmelliğin arasındaki tüm tezatları ile ziyaretçilerini onurlandıran ve yabancıyı kucaklayan bir vatan ve sığınaktır.
O Irak’tır ve bu kelime tek başına tanım olarak kafi.
Irak, Ur döneminden, Hammurabi Kanunları'ndan, birbiri ardınca gelen devletler ve fetihlerden bu yana insanlık tarihine damgasını vurmuştur. Bağdat haklı olarak dünyanın ilk metropolü oldu. Eski dünya medeniyetlerinin diyalog kurduğu, caddeleri, sokakları, kütüphaneleri, dükkanları ve koridorları o dünyanın dilleriyle dolan ilk metropoldü. İnsanlık tarihindeki en büyük çeviri dalgalarından biri buradan başladı ve Doğu ile Batı bir araya geldi. Fikirler çatıştı ve ilahi mesajlar tartışıldı, metinler ve yorumlar daha önce tartışılmadığı kadar tartışıldı. Bağdat bir zamanlar dünyanın ilk metropolü olsa da, ihtişamı, takip eden çağlarda Babil (Hilla), Hira, Kufe, Basra, Ninova (Musul), Erbil ve Anbar'ın rollerini ortadan kaldırmaz.
Ancak 100 yıl önce modern Irak'ın sınırları çizildi. Antik dünya uygarlıklarının beşiği olan Yakın Doğu’nun diğer ülkelerinde olduğu gibi, yeni çizilen sınırlar, bugün de devam eden bağlılıklar, inançlar, anlaşmazlıklar ve hırslar yarattı ve üretti. Bu sınırlar, bölünen devletlerin her iki yakasındaki halkları ve kabileleri böldü. Öte yandan, farklı halklar, başkalarının yüksek çıkarlarının dayattığı zorunlu evliliklerde bir araya getirildi.
Bugün, özellikle mezheplerin “siyasallaştırılması” ve siyasal mezhepleşme belasını tartışırken, 16. yüzyılda patlak veren Osmanlı-Safevi çatışmasından her fırsatta bahsediyorsak, halen bölünme gerçekliği, ulus-ötesi dini devlet sloganları arasında kaybolmuşuz demektir. Tarihsel adaletsizliğin kabulü ile “kader birliği” üzerinde uzlaşmanın esasları, bir vatandaşlık devleti kurmanın önceliği ile ulusal, etnik ve dilsel inançlara göre “kendi kaderini tayin hakkı” arasında halen yitik bir haldeyiz demektir.
Irak her zaman atan kalbi ile tüm çağları, her türlü uzlaşı ve yok saymayı yaşadı ve hala da yaşıyor. Bu gerçeğe gelince, canlar yitiyor, kanlar dökülüyor, servetler boşa harcanıyor.
1920'de modern Irak devleti, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonraki yeni dünya düzeninin gölgesinde kuruldu. O zamanlar Irak bileşenleri bir arada yaşıyordu. Güneyde çoğunluğu oluşturan Şiiler batıda Orta Fırat'ın Sünnileri ile aynı vatanı paylaştılar. Kürtler, Türkmenler, Arap Müslümanlar, Ezidiler, Hristiyanlar (Nasturiler ve Yakubiler), Şahbekler ve diğerleri, Türkiye’nin güneyi ve İran’ın batısı ile sınırdaş kuzeyde bir arada yaşadılar. Güneydoğu’da Mandean (Sâbiî) uygarlığının oğulları antik firdevs nehirlerinin kıyısında yaşadılar.
Bu harika kombinasyon, hoşgörü atmosferinde dikkate değer bir şekilde birbiriyle uyum sağladı. Bu sırada küresel siyasi sistem, İkinci Dünya Savaşı ile uçurumun eşiğine gelen yeni küresel çatışmalara doğru kayıyordu. 1920 ile 1939 arasında, Irak deneyimi çoğulculuğu örgütlemede büyük ölçüde başarılı olmuştu. Petrol yataklarının keşfinden ve yatırımların başlamasından sonra, büyüme ve inşaat aşamasında en önemli role sahip bakanlık olan Maliye Bakanlığı görevini bir Yahudi öğretmen olan Sasson Heskel, bir Keldani olan Yusuf Rızkullah Ganime, Lübnanlı bir Şii olan Muhammed Rüstem Haydar üstlendi. Ayrıca bu dönemde ve sonraki yıllarda önde gelen Kürt, Türkmen ve Hristiyan şahsiyetler, birbirini takip eden hükümetlerde olduğu kadar orduda da liderlik pozisyonlarını üstlendiler. Bunlar arasında şu isimleri sayabiliriz; Celal Baban, Cemal Baban, Ahmed Muhtar Baban, Bekir Sıdkı, Nureddin Mahmud, Raphael Butti.
Ancak, çatışan uluslararası çıkarlar, çok geçmeden çatışma ve iç bölünme ortamlarının yaratılışını hızlandırdı. Nazi Almanyası, ünlü büyükelçisi Dr. Fritz Grobba aracılığıyla Bağdat'ı bölgesel faaliyetlerinin odak noktası yaptı. Grobba, Balfour Deklarasyonu ve İngiliz politikaları konusunda küskün Arapçılık akımını teşvik etmedeki faaliyetleriyle gerçekten önemli bir rol oynadı. Bu rolün özelliklerinden biri, Irak ordusunda "Altın Kare" subayları tarafından temsil edilen bu akıma bağlı genç subayların ortaya çıkışıydı.
1941 darbesi (Reşid Ali Geylani liderliğindeki) ve ardından bastırılması, Soğuk Savaş arka planında ellili yılların ortalarına kadar Irak bölünmesinin derinleştirilmesinde önemli bir dönüm noktası oldu. Özellikle de Irak, Amerikan-İngiliz liderliğindeki "Bağdat Paktı"nın kurucu üyesi olduğunda. Her türlü dış müdahaleyi ve iç yansımalarını somutlaştıran bu senaryo, Temmuz 1958 darbesi sonrasında Irak'ın ittifaktan çıkışına tanık oldu. Sonra milliyetçiler (Baasçılar ve Nasırcılar) ile komünistler arasındaki hesaplaşma yaşandı ve bu sırada Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Kürt hoşnutsuzluğu açığa çıktı.
Siyasi çatışmanın kanlı çözümleri ortasında, Bağdat'ın Kürtlerle ilişkisine aleni savaş, Şiiler ile Sünniler arasındaki ilişkilere de gizli savaş damga vurdu. Bildiğimiz gibi, Baas rejiminin ABD'nin silah zoruyla devrilmesiyle, Humeynici İran Irak'a girdi ve modern bir mezhep örtüsüyle eski popülist bağlılıkları canlandırdı.
Bugün, Bağdat Zirvesi veya "Bağdat İş birliği ve Ortaklık Konferansı" ile Irak, uluslararası destekle, Arap ve bölgesel düzeylerde hak ettiği konumu geri kazanmayı hedefliyor. Ancak, Irak'ın hak ettiği konuma dönüş aşamasında ihtiyaç duyduğu hususlar araştırılırken, destekleyici uluslararası güçlerin hala aktörü görmezden gelmeye istekli olduğu görülüyor. Suriye ve Lübnan örneklerinde – hatta Yemen’de – olduğu gibi, ne Afganistan’da yaşananlara rağmen güçlerini Irak’tan geri çekmek için acele eden ABD ne de Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un zirveye bizzat katıldığı Fransa olayları doğru bir şekilde tanımlama arzusunda değil gibi görünüyor.
Gerçek şu ki, hastalığın nedeni belirlenmeden sihirli tedaviler de olamaz. Kısmi çözümlerden, aktörü görmezden gelmelerden, sanki gerçek demokrasi, yabancı bir güce sadık bir milis silahının egemenliği altında gerçekleşen bir oylama ile elde edilebilirmiş gibi seçim deneyiminde ilerlemekten bir şifa umulamaz.
Öte yandan, bu seferki zirvenin olumlu yanlarından biri, Arap gerilimlerini yumuşatmak için gerçekten de bir fırsat oluşturması umudu. Bu, büyük güçlerin her birinin kendi özel hesapları için, her fırsatta memnun etmeye çalıştıkları Arap olmayan üçgenin (İran, İsrail ve Türkiye) hırsları arasında, bölgede büyüyen dış sömürüyü kontrol altına almak için zorunlu ve gereklidir.
TT
Bağdat Zirvesi: Irak'ın rolünün hacim ve boyutlarına dair bir okuma
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة