Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Gücün sınırları!

İnsan kapasitesine atfedilen enerji, hız, zaman ve benzer tüm kelimeler gibi gücün de sınırları var. Belki de asıl sorunu, yükseliş anlarında kendisini çok geçmeden korkunç bir kabustan uyandıran mutlak nitelikleri yansıtmasıdır. Bu durumu ABD’nin artan askeri maliyetlerin ardından, 20 yıl sonra Afganistan’dan çıkması kadar iyi yansıtan başka bir şey yok.
Afganistan savaşının ilk anlarında, Amerikan kuvvetlerinin sorunu karşı tarafın herhangi bir hedefinin olmamasıydı. Durum bu minvalde devam etti. Ta ki ebedî bir savaş haline gelene, yani sonu olmayan bir savaş olana kadar…
20 yıllık savaş sonsuz hale geldi. Başlangıç ​​ve son arasında, güç paradokslarına verilen yanıt askeri gücün keskin bir artışla harekete geçirilmesinin bir gereklilik, bunu ekonomik ve psikolojik güçle karıştırmanın bir zorunluluk olduğu şeklindeydi. Bu yanıtı General Petraeus önce Irak'ta, sonra Afganistan'da hayata geçirdi. General, halkların memnun, muhaliflerin de saf dışı olduğu yeni bir devletin temellerini atma yolunu başlatan kişiydi. Bu, ne Irak'ta ne de Afganistan'da işe yaramadı. Ondan önce Vietnam'da, öncesinde Kore'de de işe yaramamıştı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu Asya'da komünist faaliyetler artmıştı. ABD, Japonya'yı yenen komutanı General MacArthur'da rakiplerinden her alanda daha iyi ve üstün olduğu bu savaşı lehine sonuçlandırma gücünün olduğunu görüyordu. ABD büyük Savaş'ta konvansiyonel ve nükleer silah kapasitesi ile muzaffer olmuştu. Ne var ki Çin'in savaşa müdahalesi dengeleri bozdu ve savaşı bir tür Amerikan yenilgisiyle sonlandırdı. ABD, Kore'nin daha sonra da Vietnam'ın bölünmesini kabul etti. İkinci Dünya Savaşının ardından endüstriyel, teknolojik ve askeri gücü patlama yapan ABD'de gücünün sınırları olduğuna inanan henüz hiç kimse yoktu. Daha sonra Vietnam Savaşı ve her gücün kendi sınırlarının olduğunun ürkütücü bir biçimde idraki yaşandı. ABD Kore’den sonra Vietnam’da bir da kez daha başarısız olmuştu.
Ancak Amerikan gücünün sınırlarının olduğu farkındalığı her zaman yenilgi ve çekilmeyle çevrili değildi. Bazı durumlarda Amerikan kuvvetlerinin başarısı kat be kat fazlaydı ve listeye yeni müttefikler eklemişti. Amerikan gücü, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Birinci Dünya Savaşı'ndakinden farklıydı. ABD, Birinci Dünya Savaşı’ndan sadece Avrupa'dan değil, aynı zamanda dünyadan ve şüphesiz bizzat kendisinin temellerini attığı “Milletler Cemiyeti”nden ayrılmak isteyerek çıktı. İkinci savaştan sonra ise bu kez Avrupa'yı, dünyayı ve Birleşmiş Milletler'i terk etmedi. Atlantik İttifakı'nın oluşumunun ve İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi savaşan Avrupa ülkelerinin ittifaka girmesinin nedenlerinden biri de buydu. ABD uzakta ise Avustralya, Güney Kore ve Japonya ile benzer savunma ittifaklarına girdi.
Bu ittifaklar salt askeri formatla sınırlı kalmadı. Yanında Marshall gibi dev ekonomik projeler de vardı. Başka projeler ise çok geçmeden Avrupa Birliği benzeri formatlarla sonuçlandı. AB, Balkanlar için bir tür havuç sopa yöntemindeki “havuç” oldu. Bosna-Hersek, Kosova ve genel olarak eski Yugoslavya ülkelerindeki savaşlar ve güç çatışmaları birliğe üyelik ve ekonomik ilerleme “havucuyla” bitirildi. Balkan ülkeleri birisi biter bitmez bir sonraki için hazırlıklara başlandığı sonsuz savaşlardan kaçınır hale geldi. Burada Batı adı verilen uygarlık ve onun Avrupa mirasına katılım, başarının, gücü eksilten değil ona güç katan, sonu olmayan, hatta tünelin sonunda ışığın bile olmadığı sonsuz bir yola sokmayan başka bir aşamaya geçişin nedeni olabilir. Bu noktada gücün sınırları muhtemelen başkaları aynı arzu edilen hedeflere ulaşmak için sorumluluk almaya istekli gibi göründüklerinde ortaya çıktı.
Ortadoğu'da ise böyle bir şey olmadı. Ortadoğulu ve Batılı kültürler ve medeniyetler birbirinden çok uzaktı ve belki de Haçlı ve Moğol istilalarının, daha yakın zamanlarda Kudüs'ün merkezi bir tema olduğu Siyonist istilanın hatıralarını uyandırmıştı. Kaldı ki Ortadoğu’da geliştirme, kalkınma ve devlet inşasında samimiyet ve dürüstlük eksikti. Bazen devletin kendisi müdahalenin nesnesiydi. ABD 2003'te Irak'ı işgal ettiğinde, güvenlik ve eğitim kurumları anlamında düzen ve hukuku sağlamaya muktedir bir devlet vardı. Bob Woodward'ın anlatımına göre Amerikan istihbaratı, askerleri, teçhizatı ve komutanlığı ile birkaç Irak askeri tümenine sızmayı başarmıştı. Ancak ABD'nin Irak'ta güç kullanma fikrinin amacı düşman bir ülkeyi müttefik bir ülkeye dönüştürmek değildi. Bunun için hukuka ve düzene ihtiyaç vardı ve bunlar Irak’ta mevcuttu. Bunun yerine ordu ve birlikleri dağıtılarak, silahlar stoklanarak veya yağmalanarak, savaş, barış veya kalkınmayla ilgili herhangi bir karar alamayan bir siyasi sistem kurarak, mutlak bir devletsizlik hali yaratıldı. Yerelin kararı da geri kalmışlık, terörizm ve uzun süreli bir kaos yönünde oldu.
Afganistan'da merkezi bir devlet yoktu ve Amerikan planı da böyle bir devlet kurmayı içermiyordu. Böylece karar, hiçbir anlamda gerçek bir iktidar değil, iktidar yapıları oluşturma yönünde oldu. Afganistan’da ne devlet başkanı gerçek anlamda devlet başkanı, ne bakanlar gerçekten bakan, ne de ordu orduydu. Keza Afganistan da hiçbir şekilde “karayla çevrili” devletler dünyasını terk etmeye hazır değildi. ABD'nin geri çekilmesi, yönetim gücü ve geçmişi ile temel baskı kuvvetlerinin yani Taliban’ın eylemleri sonucunda Afgan çöküşü kaçınılmaz hale geldi.
Her iki durumda, yani başarı ve başarısızlıkta, gücün sınırları birincisinde (başarı) yalnızca kaderlerinde değil, aynı zamanda askeri güçlerin rotasını takip ettiği gerçeklikle etkileşimlerinde de biliniyordu. Başarı ister Avrupa örneğinde olduğu gibi tarih, isterse Japonya, Güney Kore ve Avustralya'nın yer aldığı Doğu Asya örneğinde olduğu gibi endüstriyel ve ekonomik pazar sayesinde olsun, kaderler tarihi ve yazgılar ortak olduğunda mümkündü. Tuhaf olan şu ki Japonya gibi Batı'dan yedi kat gök kadar uzak, kendi kültürüne sahip bir ülkede bir arada yaşamanın mümkün ve ittifakın sürdürülebilir olması, ABD’nin eteklerine tutunmanın kesintisiz devam etmesidir. Nükleer bomba saldırısından sonra gücün sınırlarını fark eden Japonya isyan etmeden, reddetmeden veya isteksizlik duymadan üç çeyrek asır boyunca devam eden işgalinin bedelini ödemeye istekli oldu. Bu da yalnızca başarı ve başarısızlık değil, aynı zamanda güç ve kullanım amaçları arasındaki yakınlık ve uzaklık dereceleri açısından da gücün sınırlarının ve değiştirme yeteneğinin sınıflandırmasını gerektirir.
Bu noktada ABD'nin Ortadoğu'dan çekilmesi tamamen doğaldır. Zaman, Başkan Biden'ın Afganistan'dan çekilme kararının akıllıca, bazen sahip olduğu büyük teknolojik ilerleme nedeniyle sonsuz ve her şeye muktedir olduğu şeklinde değerlendirilen Amerikan gücünün sınırları olduğunun sonunda ayrımına varmış olduğunu kanıtlayabilir.
 Şaşırtıcıdır ki, bu fikrin edinilen deneyimde ve gerçekte çürütülmesi, ABD içinde (mutlaka dışında değil) güç mitinin devam etmesini engellemedi. Ortadoğu'da Amerikan gücünün ve kudretinin sınırlarının bizim sorunumuz olmadığını anlamanın zamanı gelmiş olabilir. Bizim için önemli olan, önemli meseleleri ele alırken ortak hedeflere ve etkili reform süreçlerine dayalı etkili ittifaklar kurarken bölgede var olan güç ve kudretin sınırlarıdır.