Zuheyr el-Harisi
TT

Araplar ve vatandaşlık… Siyaset, inanç ve adetler!

Modern tarih boyunca yaşanan dönüşümler, olaylar ve değişimler, küresel sistem için yeni kavramların, konuların ve önceliklerin ortaya çıkmasına neden olmuş, bu da kısa sürede uluslararası sistemin doğasına yansımış, devlet ve mutlak egemenlik gibi geleneksel kavramların eşi görülmemiş bir şekilde sarsılmasına yol açmıştır. 1648 yılında yapılan Vestfalya Antlaşması’ndan türeyen ulus-devlet fikri ve egemenlik kavramı, modern ulus-devletin çerçevesini ve modern uluslararası sistemin temel bir unsuru olarak parametrelerini oluşturan birtakım şartlar, ilkeler ve kurallar belirlemiştir.
Egemenliğin geleceğine hâkim olan iki eğilim var. İlk eğilimi destekleyenler dönüşümler ve çok uluslu şirketlerin girişi nedeniyle gelecekte egemenliğin ortadan kalkacağını düşünüyor ki bu, siyasi düşünce tarihinde yaygın görülen düşüncelerden biri. İkinci eğilimi destekleyenler ise özellikle devlet ve insan arasındaki ilişki, Batı ile Arap dünyamızın doğasının farklılığından da anlaşılacağı gibi araştırma ve inceleme konusu olduğunda kıyaslamalar yapmak hayal kırıklığına yol açmasına karşın, rolü geleneksel uluslararası sistemdekine kıyasla azaltılacak olsa da ulus-devlet kavramı aynı kaldığı sürece egemenliğin devam edeceğini savunuyorlar.
Arap dünyası değişimin yörüngesinin dışında kaldı, ancak on yıldan fazla bir süre önce uzunca bir süre karşılaşmadığı bir şeye tanık oldu. Spontane gelişen tarihi bir an başlangıçta esas olarak açlığa, yozlaşmaya, yoksulluğa ve despotizme karşıydı, ancak siyasal İslam grupları, rüzgârı arkasına alarak her zaman arzuladıkları şeyi, yani iktidarı ele geçirmeyi başarmak için spontane gerçekleşen halk hareketini kullandılar.
Geçmişte ve şu anda neler olup bittiğini analiz etmek istiyorsak önümüzde uzun ve meşakkatli bir yol olduğu için mümkün olduğunca aşırı iyimserlik ya da faydasız karamsarlıktan uzak durmalıyız. Ancak Arap Baharı'nın yansımalarının ve gelecek ile ilgili düşüncelerin, bazılarını demokrasiye geçme konusunda aşırı iyimser olmaya ittiği görüldü. Bence bu geçiş, siyasi ve sosyal gerçeklik tarafından desteklenmediğinden ötürü gerçek dışı bir vizyon olduğu için gerçekleştirilemedi. Bununla ilgili olarak bazıları meselenin sadece otokrat rejimlerin devrilmesiyle ilgili olmadığına, aynı zamanda kriterin tüm siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik tezahürlerinde değişim sürecinin tamamlanmasında yattığını savunuyor. Boşluktan istifade ederek güç peşinde koşan, küçükleri kendi çıkarı kullanıp ganimetlere konanlar var. Zira İhvan-ı Müslimin'in (Müslüman Kardeşler) siyasi sahnede öne çıkması, farklılığından ziyade ulusal kurtuluş hareketlerinin başarısızlığı ve projesinin sığlığından kaynaklanıyordu.
Ayaklanmalar patlak verdiğinde ve ardından gelen kaos ve çatışmalara bakınca akıllara şöyle acı bir soru geliyordu: “Ne zaman olaylar istikrara kavuşacak, ortalık yatışacak ve siyasi ve kültürel değişim sağlanacak?”. Fransız Devrimi kültürel ve toplumsal değişimlerin doğması için yedi yıl çatışma ve doğum sancısı döngüsünde sıkışıp kalmıştı. Bolşevik İhtilali (Rus Devrimi), siyasi hedeflerine ulaşmak için üç yıl süren kanlı mücadelelere girmiş ancak kayda değer kültürel değişiklikler yapamamıştı. Özellikle o zamanlar yıllarca tiranlık ve yolsuzlukla birlikte yaşayan ülkelerde doğum sancısı uzun sürdüğü için bu ülkelerin yaşadıkları krizlerin üstesinden gelemeyeceğinden korkuluyordu. Gerilemelerin ve aksaklıkların yaşanması normal ancak en nihayetinde sadece doğru olan gerçekleşiyor. Latin Amerika ve Doğu Avrupa'da son 30 yıldır başarılı demokratik dönüşümlere tanık olan benzer halk hareketleri deneyimlerinin yaşanmasını buna bir delil.
Buradan, Avrupa'daki devrimci hareketlerin birdenbire ortaya çıkmadığını, daha çok Fransız ve İngilizlerden oluşan Aydınlanma Çağı düşünürlerinin teorilerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını görebiliyoruz. Bu düşünürler 18’inci yüzyılda demokrasi, özgürlük ve eşitlik temeline dayanan yeni bir toplum anlayışı inşa etmeye zemin hazırlayan ve bilgi aşamasından bilim aşamasına geçme, kilisenin nüfuzuna karşı çıkma ve aklı esas alma çağrısında bulunan eleştirel entelektüel bir hareket inşa ettiler. Jean-Jacques Rousseau'nun görüşleri, John Locke'un Toplum Sözleşmesi Kuramı, David Hume'un teolojiye karşı antropoloji düşüncesi, Voltaire'in dini ve politik tutuculuğa yönelik eleştirisi ve Montesquieu'nun otokrat rejimlere karşı rasyonel düşünceyi öne çıkarmadaki rolü örnek olarak gösterilebilir.
Britanya ve Fransa imparatorluklarının Sykes-Picot Anlaşması ile geçtiğimiz yüzyılda Arapları yerel sınırlar ve kültürlere kelepçelenmiş topraklara böldüğü artık bilinen bir gerçek. Bununla birlikte zalim sömürgeci güçler bazı Arap ülkelerini terk ettikten sonra o dönemde ulusal rejimler ortaya çıkmış ve toprak, özgürlük ve bağımsızlıkla ilgili etkili sloganlar atmışlardı. Ancak tiranlık ve diktatörlük kuran askeri rejimlerin ortaya çıkmasıyla bu rejimler çok geçmeden baskıcı uygulamalara geri dönüştüler.
Bağımsızlıktan sonra sahne çarpık liberalizmden ırkçılık ile mezhep, hizip ve kabile ayrımcılığıyla kirlenmiş bir alana dönüştü. Vatandaşlık ve hoşgörüye yer kalmadı. Meydanlar sivil çatışmaların, tutuculuğun, anlaşmazlığın, geri kalmışlığın ve cehaletin sahası haline geldi. Arapların sömürgecilikten kurtuldukları doğrudur, ancak farklı biçimlerde ve belki de daha şiddetli ve ağır bir şekilde tekrar sömürgeciliğe bağımlı oldular. Arap dünyamızdaki engeller -Rabbimin merhamet ettikleri müstesna- hukukun üstünlüğünün, vatandaşlığın ve sivil toplum kurumlarının yokluğundan kaynaklanıyor. Arap dünyamızın, siyasal İslam hareketlerinin onlarca yıldır yerleştirdikleri şeyleri çürütecek, akıl ve bilime saygı duymaya teşvik edecek ve çatışan ideolojiler ve akımlarla mücadele etmek için inanç ve adetler arasındaki çekişmeye son verecek aydınlatıcı bir entelektüel projeye ihtiyacı var. Böylece başkalarıyla aramızdaki medeniyet uçurumunu kapatmış oluruz.