İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Arapların uluslararası toplumun hesaba katmadığı endişeleri

Ortadoğu’da son günlerde yaşanan gelişmeler arasında, beklenen Irak seçimlerinin yanı sıra önde gelen ABD’li ve İranlı yetkililerin gerçekleştirdiği iki ziyaret bulunuyor. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan’ın ziyaretinin içeriği açıklandı ve yaptığı açıklamalar basına yansıdı. Ancak, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan'ın Körfez turu sırasında neler yaşandığını bildiğimi iddia etmesem de İran’ın bu süreçteki tartışmaların içinde bulunmadığını uzak bir ihtimal olarak görüyorum.
Dolayısıyla İran'ın Irak ve Lübnan'daki iki seçim savaşının da merkezinde ve Suriye'nin neredeyse rutin olarak bombalanan bölgelerinde yer aldığını hesaba katarsak, Tahran'ın rolünü, Arapların hoşuna gitse de gitmese de Arap siyasi gerçekliğine dayatması anlamına geliyor. İşin aslı, hiçbir Arap politikacı İran'ın rolünü ve önemini veya kendisini mevcut veya hayali tehlikelerden “koruma” ihtiyacını hafife almıyor. Arap liderleri -Tahran'daki liderliğin düşman olduğu veya doğrudan ya da bağlantılı milisler aracılığıyla saldırdıkları da dahil olmak üzere- birbirlerinin hakkına saygı duyan komşular olarak uzlaşı ve bir arada yaşama merkezli yeni bir sayfa açmaya hazır olduklarını defalarca dile getirdiler. Ancak karşımıza çıkan durum, Tahran'ın saldırıları yoğunlaştırması, kurumları yıkması, işgal ettiği ya da hedef aldığı ülkeleri kaosa sürüklemesidir.
Örneğin, Yemen'de Husilerin Tahran'ın bölgesel politikasından “bağımsız” olduğuna dair hiçbir belirti yok. Ayrıca Husiler, Marib'e yönelik yayılmacı askeri harekatlarını sürdürüyor ve hem Yemen'deki hem de Suudi Arabistan'daki sivil bölgelere saldırıyorlar.
Emir Abdullahiyan’ın toprak sahibi olarak hareket ettiği Lübnan'a gelince, buradaki ajanları ile teftiş ve takip ediyor. İranlı yetkili, Tahran'ın Lübnan devletini işe yaramaz bir hale getirmeye, parçalarına hâkim olmaya ve Arap ve uluslararası bağlarını koparmaya dayalı mevcut yaklaşımını sürdüreceğini yineledi. Ayrıca -İran ile ticari alışverişine ilişkin uluslararası kararların (özellikle ABD) tekrar tekrar ihlaliyle- hükümetinin Lübnan'a yakıt ihracatını artırma niyetini de teyit etti.
Burada, -Devrim Muhafızları ‘şahinlerine’ mensup olan- İran Dışişleri Bakanı’nın, Şam'a gitmeden önce Moskova'da mola verdiğine ve sonrasında Beyrut'a gittiğine işaret etmek gerekir. Rusya'nın eski Beyrut Büyükelçisi Alexander Zasypkin bu durumu, “ziyaret ettiği taraflar arasındaki koordinasyonu gösteren bir tür işaret” olarak değerlendirdi. Büyükelçi, “İran bugün Rusya'ya daha yakın ve aralarındaki ilişkiler ortaklığın ötesine geçiyor. İran, Kafkaslar ve Körfez bölgesinde güvenliği sağlamak için çalışıyor” diye devam etti.
Bu tür konuşmalar derinlikli bir şekilde analiz edilmelidir. Özellikle de Arap dünyasındaki bazı güçlerin Suriye'deki İran etkisini azaltma konusundaki iyimserliği ve İran'a bağlı milislerin büyük bir etkiye sahip olduğu Irak'tan Amerika'nın geri çekilmesi göz önünde bulundurulduğunda, buna daha da dikkat etmek gerekiyor. Arapların geçen yıl Şam rejimiyle hızlandırdıkları “normalleşme” sürecinin iki nedeni vardı: İran'ı ve milislerini tablodan çıkarma ihtiyacı ve Şam rejimine Tahran'a bağımlılığına cazip bir alternatif olarak “Arap seçeneğini” sunmak. Ancak Zasypkin'in sözleri, Moskova, Tahran ve Şam rejimi arasında dişe dokunur bir çıkar çatışması olmadığını gösteriyor. Ayrıca ABD ve İsrail'in, Suriye'de İran varlığıyla “belirli koşullara göre” bir arada yaşamayı mutlak anlamda reddedeceği, ufukta görünmüyor.
Washington'un, Tahran'la olan “sert ve yumuşak” savaşını yalnızca nükleer meseleye hapsetmesi, onun için temel meselenin İran'ın İsrail'i ve Batı'yı tehdit eden bir nükleer silah edinmesi olduğunu gösteriyor. Buna karşın Arap diplomasisi, İran Devrim Muhafızları milislerinin Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen'deki işgalini “nükleer bir güçle” dayatmadığı konusunda, Washington'un ve Avrupa başkentlerinin dikkatini çekti. İran, milli dokuyu bozan, ekonomiyi, kalkınmayı, eğitimi, yargıyı yok eden ve taassup, cehalet ve bağımlılık eken bir işgal ile bu bölgeleri kontrolü altına aldı. Bugün uluslararası toplum seçim adı verilen bir “sihirli tedavi” konusunda iyimser! Hangi seçimler? Hangi verilerin ışığında? Hangi siyasi kültürle? Silah zoruyla yasaları değişen bir seçim nasıl düzenlenebilir? Vatandaşın sandıkta fikrini özgürce ifade etmeden önce kendini güvende hissetmesi gerekmez mi?
Evet, Irak seçimleri birtakım değişiklikleri beraberinde getirebilir. Lübnan'ın önümüzdeki yıl vaat ettiği seçimlerde de sınırlı değişikliklere tanık olabiliriz. Ancak bunlardan kaynaklanabilecek bazı pozitif durumlar, sebep olacağı negatif durumlarla kıyaslanamaz. Bunun nedeni, bu koşullarda yapılan herhangi bir seçimin işgalci için bir tür “iyi hal kanıtı” olmasıdır. Bu, uluslararası toplumun trajedimiz karşısında vicdan azabını dindirmekten başka bir şey değildir. Oysa kendisi de bunun sorumluları arasındadır. Öte taraftan uluslararası toplum, aksi yönde hareket etse bile bölgedeki gerçekleri çok iyi biliyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Lübnan krizinin gerçekliğini ve devletin içerideki bir başka “devletin” eliyle yıkılışını bütünüyle görmezden geldi. Hizbullah'ın etkisinin hâkim olduğu bir hükümet dayattı. Beyaz Saray'daki karar alıcılara, beklenen çekilmeden sonra Irak'ın kaderine ilişkin düşünceleri hakkında soru sorulabilir ve bununla birlikte cevap, Suriye'de beklediğinizden veya istediğinizden daha kolay olabilir. Entegre bir stratejik bölgesel krizle karşı karşıyayız. Uluslararası toplum hala meselenin özüne temas etmekten kaçınıp kabuğuyla uğraşıyor.