İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Lübnan: Hıristiyanların başkanlık savaşı ve yargının bağımsızlığı

Lübnan'da son üç gündür olanların ardından mezhepçi duyguların ve fanatizmin daha fazla kışkırtılması hazmedilir olmayabilir. Ancak siyasetin yalnızca kışkırtma, tuzak, tahakküm ve zafer olarak anlaşıldığı bir ortamda hile nedir?  İşin aslı şu ki, Beyrut limanını bombalamak gibi korkunç suç göz ardı edilemez. Ancak bocalayan soruşturma süreci, acı gerçeklerin görmezden gelinmesiyle başladı. Bunlar arasından en önemlileri şunlardır:
Her şeyden önce karşımızda kimin yürüttüğüne bakılmaksızın herhangi bir adil soruşturmayı engelleyen güvenlik ve askeri işgal gerçeği var. Lübnanlılar ve uluslararası toplum, Lübnan yargısının Refik Hariri ve arkadaşlarının öldürülmesi soruşturmasında nasıl başarısız olduğunu hatırlar. Şii ikili (Hizbullah ve Emel Hareketi) uluslararası soruşturmayı reddetti ve bakanları ise hükümeti devirmek üzere çalışmaya başlamadan önce boykot ettiler ve sonra hükümeti de devirdiler.
İkinci olarak korkunç mezhepsel bölünme, “ayaklanmalardan” ve “devrimlerden” daha güçlü olduğunu kanıtladı. “İşgal”, savunucularının iktidarı almasına izin verdiğinde, değişim ve reform sloganı en çirkin pratik darbe haline geldi. Ayrıca rejiminin, bölgesel ve uluslararası sponsorlarının halk “ayaklanmasını” bir iç savaşa dönüştürdüğü Suriye ile olan sınırların çökmesi de bir diğer gerçektir. Lübnan, “azınlıklar ittifakı” tarafından desteklenen İran'ın genişlemeci planının hedefi olan Ortadoğu sistemindeki en küçük ve en zayıf oyuncudur.
Bu bağlamda zikredilebilecek diğer önemli unsur ise, bölgenin, ittifakların ve güç dengesinin haritalarını yeniden çizmeyi amaçlayan büyük uluslararası anlaşmalardır. Bu anlaşmaların merkezinde İsrail'in rolü ve stratejik hesapları var. Bu, ABD, Rusya, Çin ve Avrupalı güçlerin öncelikleri arasında en üst sıralarda yer alıyor. Bazıları çelişkili görünse de pek çok manevranın İsrail'in çıkarlarıyla kesişmesi anlaşılabilir. İsrail, bölgenin İran'la “paylaşımını” ve kalıcı varlığı ile birlikte yaşamanın şartlarını giderek daha kesin bir şekilde anlıyor.
Mezhep güçlerinin etkileşiminde artık “Osman'ın gömleği” haline gelen Beyrut limanı soruşturmasına geri dönersek, Ağustos 2020'de yaşananların “patlama” mı yoksa “patlatma” mı olduğu konusunda fikir birliği yok. Eğer bir patlama ise, patlayıcı maddeleri (amonyum nitrat) kim ithal etti? Kimler depoladı? Sahibi kimdi? Hangi tarafların bilgisi dahilinde getirildi ve saklandı? Yok eğer bir patlatma hadisesi ise, nasıl gerçekleşti? Amaç bu maddelerin kendilerine zarar verecek olan askeri harekatlarda kullanılmasını önlemekse, bombacılar neden sorumluluğunu üstlenmediler?
Yukarıda zikredilen gerçekler ışığında pek çok söylenti dolaşıyor. Dahası “Lübnan devleti”, -kurumları, bölünmüş aidiyetleri ve onu kontrol eden güçlerle- pratikte artık hukukun üstünlüğünün güç dengesiyle karşı karşıya geldiği bir davayı üstlenecek durumda değil. Bugün durum bir yandan yoksunluk, işsizlik, çöküş ve öte yandan salgın nedeniyle daha da kötüleşiyor. Bunun yanı sıra yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri gözleyen siyasi hesaplar var. Soruşturmalara yapılan açık siyasi müdahaleler, göreve atanan ilk müfettiş olan Yargıç Fadi Savvan'ı devirdi. Şimdi de ikinci yargıç Tarık Bitar'ın reddi ile karşı karşıyayız. “Şii ikili”, dört siyasinin soruşturulmasını isteyen yargıç Bitar'a karşı yürütülen kampanyaya açıkça liderlik ediyor. Bu dört siyasetçi, iki eski Şii bakan, eski bir Sünni bakan ve “Şii ikilisi” ile ittifak kuran bir bloğa bağlı eski bir Maruni bakandır.
Yargıç, bazıları anayasal olmak üzere çeşitli nedenlerle, üst düzey güvenlik görevlilerini soruşturmaya dahil etmedi. 200'den fazla kişinin ölümüne, binlerce kişinin yaralanmasına ve büyük bir alanın tahrip olmasına neden olan korkunç patlamadan kısa bir süre önce patlayıcı maddelerin varlığından haberdar olduğunu itiraf eden cumhurbaşkanından ifade bile almadı. Evet, “Şii ikili” bugün Hristiyan olan hâkimi görevden almak için çalışıyor. Hizbullah yargıcın önyargılı olduğuna ve adalet bahanesiyle “direnişe ve çevresine karşı savaş” yürüttüğüne inanıyor.
Lübnanlılar arasında bu anormal duruma bir son verilmesi ve yolsuzluk, adam kayırmacılık ve işgalden yararlanan “güç sistemine” karşı çıkılması gerektiğini düşünen geniş bir kesim var. Durum şu ki, Şiiler için mevzu oldukça açıktır. Hizbullah, karar yetkisini elinde tutmaktadır. Marjinalleştirilmiş, bölünmüş Sünni arena zayıftır. En büyük ve en tehlikeli faaliyet ise Hristiyan arenasına yoğunlaşmıştır. Hıristiyan arenası şu anda 4 ana yöne ayrılmıştır:
Birinci yönelim, “Şii ikili” ile dayanışma içinde olan ya da birçok açıdan, özellikle de cumhurbaşkanlığı savaşında onların hesaplarını gözeten iki güç tarafından temsil edilmektedir: Özgür Yurtsever Hareketi ve Marada Hareketi. Hizbullah'ın önümüzdeki yıl cumhurbaşkanı adayının iki akımın liderlerinden biri, Cibran Basil veya Süleyman Franjiye olması anlaşılabilir.
İkinci eğilim, en büyük Hıristiyan gücü olan “Lübnan Kuvvetleri” tarafından temsil edilmektedir. Parti, Hizbullah'ın egemenliğine ilişkin Hristiyan korkusu arttıkça gerek siyasi olarak gerekse de halk arasında kazanç sağlamaktadır.
Üçüncü eğilim ise, çeşitli meşreplerin ve vizyonların bulunduğu “17 Ekim 2019 İntifadası” Hristiyanları tarafından temsil edilmektedir. Bu kafa karışıklığı, bölünmeler ve liderlerin “belirsizliği”, grubu sık sık rahatsız ediyor.
Dördüncü eğilim, Lübnan Kuvvetleri Partisi’nin ‘Hizbullah’ın Şiilerin kontrolüne karşı koyma onurunu’ tekeline almasını önlemek için çalışan geleneksel Hıristiyan siyasi güçler tarafından temsil edilmektedir. Ketaib Partisi, Ulusal Blok ve Ulusal Liberal Parti gibi eski Hıristiyan partileri bu güçler arasındadırlar. Ancak bu güçler, üçüncü eğilimin sahipleri tarafından iktidar sisteminin bir parçası olmakla suçlanıyor ve dolayısıyla güvenilmez taraflar olarak görülüyorlar.
Tüm bunların yanında Maruni Patrikhanesi, Hizbullah'a karşı cesur tavırlar sergilemeye devam ediyor. Ancak pratik düzeyde, hala cumhurbaşkanı ile normal ilişkileri sürdürme konusunda istekli görünüyor. Bunu yaparken hem Lübnan iç kesimlerine hem de uluslararası topluma “gri” mesajlar gönderiyor. Acı gerçek şu ki, en büyük Hıristiyan dini otoritesinin -bir boşluğu önlemek ve cumhurbaşkanının yetkilerini korumak bahanesiyle- cumhurbaşkanını gözetmeyi sürdürmesi, dolaylı olarak İran'ın Lübnan üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmasına yardımcı olmak anlamına geliyor.