Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Seçkinlerin başarısızlıklarına dair

Arap dünyasında, Sudan, Lübnan, Tunus ve Irak'taki son krizler sadece  siviller ile ordu, demokrasi yanlıları ile diktatörlük yanlıları, zengin ile fakir, yozlaşmış ile dindar ya da geleneksellik ile çağdaşlaşma destekçileri arasında yaşanmıyor.
Bu ikili ifadelerde belirtilen analizler devleti genellikle yanlış yönlendirerek onu bekası ve ilerlemesi konusunun dışında bırakmıştır. Bu da Batı ülkelerindeki araştırma merkezlerini tarafları iyi ve kötü adamlar şeklinde ayırma konusunda heveslendirmiştir. Bu ayrıma göre birincisi medeni, demokratik, liberal ve hoşgörülüdür. Diğeri iktidar ele geçirmek isteyen askerlerdir ve iktidarlarına karmaşık bir psikolojik durumu yansıtan gözaltı merkezleri ve işkenceler eşlik eder. Köktendinci, dini terörist veya selefi grupların dünyasıysa inananlar ile inanmayanlar şeklinde bölünmüştür. İnananlar çokça bereket sahibidirler ve bu nedenle onların eliyle ümmetin malı ve zenginlikleri bollaşacaktır. İnanmayanlara gelince; onları diğer dünyada azap verici bir ateş beklemektedir. Dünyada ise sonları apaçık bir helâktır. Bu iyi ve kötü ayrımı yukarıda bahsettiğimiz her ikili ifade için geçerlidir. Zor bir seçime maruz kalan birçok Arap ülkesi, ulus devlet olmadan ilerleme olmayacağı gerçeğinden tamamen habersizdir. Ayrıca devletin yönetimi yetenekli, etkili ve birleşik bir siyasi seçkin sınıf tarafından belirlenmedikçe ilerleme olmayacağı gerçeğinden de...
Lübnan ve Irak'ta olduğu gibi kota sistemi üzerinden sağlanan uzlaşı, devletin yaşadığı krizi aşması değil,  ileri zamanlara ertelemesi anlamına geliyor. Bu nedenle her zaman şu veya bu türden bir iç savaş patlak verir. Sudan modeli ise iktidarın ordu ve siviller arasında bir döngü şeklinde el değiştirmesine dayanıyor. Bu modelde devletin tek bir sorunu dahi çözülmez, birliği desteklenmez, ekonomik ve sosyal ilerleme yaşanmaz. Sivil seçkinlerin iktidarı ellerinde tuttukları bağımsızlık sonrası dönem çok sürmeden bir askeri darbe ile kesildi. Birkaç yıl sonra aynı kitleler diktatörlükten kurtulmak için harekete geçip bir halk devrimi başlattılar. Seçimler yapıldı, partiler yönetime geldi ama herhangi bir alanda tek bir adım bile ilerleme kaydedilmedi. Bunun üzerine kitleler yine öfkelendi ve ayaklandı. Ardından bir darbe daha gerçekleşti. On yıl sonra kitleler yeniden öfkelendi ve ordu bir kez daha darbe yaptı. Kitlesel öfke ve onu takip eden hiçliğin egemen olduğu döngü bu şekilde devam etti.
Her halükarda görevi devleti korumak, parçalanmasını önlemek ve diğer devletlerin ona karşı saldırganlığını kesinlikle önlemek olan seçkinleri oluşturan tüm politikacıların ait olduğu bir devlet tesis edecek ulusal bir proje bulunmuyordu. Bu kişiler seçkinler olarak biliniyordu ve çoğu durumda sivildiler. Böyle addedilmelerinin nedeni meslekleri savaşmak olmadığı için değil, daha çok ulusal projeye inananların bütününü temsil etmeleridir. Ulusal bir proje yoksa bir devlet de kurulamaz. Bir dış sebeple ve bazen de sömürgecilik sonucu kurulmuş bir devlette ise seçkinler sağ ve sol, bir taraftan gelip diğerine gidenler olarak ikiye ayrılır. Sözde “Arap Baharı” devrimleri, “halk rejimi devirmek istiyor” sloganını gerçekleştirmeyi hedefleyen seçkinleri de beraberinde getirdi. Başkanın gitmesi umuduyla en yüksek sesleriyle “Git” sloganı attılar. Ancak bu sloganları atanların herhangi bir projesi yoktu. Devlete yönelik bir mesajları ya da bir devlet kurmanın onlar herhangi bir değeri bulunmuyordu. Yeni bir şehir ya da cadde inşası projesi sunmuyorlardı. Bir ilerleme ya da yenilik aracı ya da yüksek bir zihin ve statü ile gerçekleştirilebilecek bir büyüme hızı için bir öneriye sahip değildiler. Bunların herhangi biri olmadığı için alternatif; liderlik, sorumluluk ve hukuk anlamına gelen “iktidarın” bu özelliklerinden hiçbirini taşımayan, aksine bir miktar hilebazlık çok miktarda oportünizm içeren bir dini hava taşıyan dini bir otoriteye ülkeyi teslim etmekti. Mısır'da Müslüman Kardeşler iktidara geldiğinde, Tunus’ta Nahda Partisi mecliste çoğunluğa ulaştığında, kafa karışıklığı, kaos, hayali veya gerçek düşmanlara karşı savaş hazırlığı dışında bir icraatları olmadı. Onlara göre önemli olan, ekonomi, ilerleme, teknoloji ve ölüme, hiçliğe, işe yaramazlığa teslim olduktan sonra genel olarak yaşam dışında her şeyin olmasıydı.
Sudan, vaat edilen baharının gelmesinin ardından işte bu başarısız olan seçkinler durumunu yaşıyor. Devrimden sonra bilindik paylaştırma gerçekleşti; egemenlikten ordu sorumlu iken yönetimi siviller üstlendi. İki taraf da daha önce birçok kez tekrarlanan ancak değerlendirilmeyen bir fırsata sahip oldular. Sudanlıların etrafında toplandığı bir ulusal yol veya proje bulmak için yeterince zaman elde ettiler. Bu kez sivillerin yönetime gelmesi ile darbenin gerçekleşmesi arasındaki zaman aralığı iki yıl oldu. Bu süre içinde sivil otorite, Sudan’ı  terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkardı. Ağır borçlara yönelik plan yaptı. Dışarıdan krediler ve yardımlar aldı. Bun rağmen halkın öfkesi bir an bile dinmedi. Talep edilen, bu deneyimi yaşayan her ülkede sonucu ve yansımaları olan ve çokça acıların yaşandığı derin ekonomik reformdu. Ancak ne yeterince dürüstlük ve açıklık vardı ne de mevcut durum kabul edilebilir düzeydeydi. Ömer el-Beşir, Muammer Kaddafi, Zeynel Abidin bin Ali ve Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte halklarına bolca bal ve sütün harika nehirlerden içecekleri müjdelendi ve vaat edildi. Gelgelelim bu öbür dünyada geçerli. Dünya hayatında böyle bir şey yok. Dünyada diktatör yıkılır yıkılmaz hedeflerine ulaşan tek bir devlet yoktur. Diktatörlüğün yıkılmasıyla birlikte aslında zorlu devleti tesis etme dönemi başlar. Almanya’da Hitler Nazizmi’nin, Japonya’da askeri imparatorluk yönetiminin devrilmesinden sonra, Almanların ve Japonların ülkelerinde yaşanan yıkım, ikiye bölünme, atom bombasından kaynaklanan acılara rağmen devletlerini ve halklarını nasıl yeniden bir araya getirmeyi başardıkları sıkça sorgulanmıştır. Bu başarının sırrı sadece kolları sıvamak ve sıkıca çalışmaktır. Kolonyalizm geçmişte pek çok ülkeyi işgal etti, Amerikalılar ve diğerleri birçok devleti özgürleştirdi (!). Ne var ki yalnızca devletin çerçevesini belirleyip sonra onu destekleyecek ve onun için fırsatları değerlendirecek irade, dayanıklılık, akıl ve bilgeliğe sahip seçkinlere sahip ülkeler bu işgal veya özgürleştirmenin rahminden doğmayı başardılar.
Arap ülkelerimizde halklar meydanlara iniyor çünkü onlar için devletin bedeli belirsiz. Hiçbir şey değişmeden her şeyin değiştiği sihir gibi bir değişim istiyorlar. Bunun için devlet sübvansiyonları kaldırırsa, bunu Uluslararası “Dert” Fonu’nun sömürgeci tavsiyesi üzerine yapmıştır. Eğer para birimi dalgalanıyorsa, yani gerçek bir değeri varsa, ulusal özellikler hesaba katılmıyordur. Her şeye bir kulp bulunur. Her iş daha en başından eleştirilir. Sonuç, iktidarın eline geçmeyen serveti dağıtma zorunluluğuyla kısıtlanmasıdır. Facebook çağında kitleler, halk ve gruplar hakkında konuşan, her seferinde hükümeti ve bazen devleti gayri meşrulaştıran sanal kitleleri memnun etmekle uğraşıldı. Eller kollar bağlandı. Öyle ki kimi zaman tüm alan, her biri devletin varlığına bir tehdit oluşturmaya ve veto etmeye hazır dini, mezhepsel, etnik veya bölgesel bölünmelerin sıkıştırmalarına maruz kalıyor.
Sudan’da ilk bölünme kuzey - güney şeklinde oldu. Ne var ki bu, daha sonra gelecek bölünmelere yönelik bir alıştırmadan ibaretmiş. Halk devrimi başarılı olduğunda özgürlük, değişim, adalet ve eşitliğe dair iyi ve güzel temennilerin ötesine geçerek bir birlik projesi sunmadı. Özgürlüğün kime ve ne boyutta olacağı bilinmiyordu. Devlet konusunun ve dünyanın tanık olduğu ilerlemedeki payının ne olacağı da... Değişimin nereye yöneldiği, zenginlik yoksa yoksulluk mu dağıtacağı, iş, beceri, bilim, kabiliyet ve etkinlik alanlarında adalet mi yoksa çokça slogan ama bu alanlarda eşitsizlik yönünde mi olacağı bilinmezliğini koruyordu.