Hazım Sağıye
TT

Savaşlar ve coşkular hakkında...

Bazı Avrupa tarihi araştırmacıları, emirlikler ve ardından devletler arasında patlak veren savaşlara karşı tutumda bir değişiklik olduğunu fark ettiler. Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki yüzyıllarda halkta baskın olan düşünce savaşın halkı ilgilendirmeyen ve daha ziyade aleyhlerine olan bir şey olduğu yönündeydi. Halklar “Yöneticiler savaşlara giriyorlar ve bunlara sebep oluyorlar. Biz ise öldürülüyoruz ve orduyu finanse etmek için sırtımıza yüklenen vergileri ödüyoruz” düşüncesindeydi. Bu yüzden savaşlar sırasında vatandaşların ve özellikle çiftçilerin itirazlarıyla sık sık ayaklanmalar baş gösteriyordu.
1914-1918 yılları arasında gerçekleşen Birinci Dünya Savaşı ile birlikte bu durum değişti. Milyonlarca Avrupalı ​​savaşmak için can atıyordu ve ülkelerinde orduya yazılmaya gönüllü oluyorlardı. Peki ya bunun sebebi neydi? Aslında bunun sebebi güç için şart olarak sunulmaya başlanan milliyetçilik kavramıydı. Her ülke, kendisini büyük ulusların kulübüne sokacak özel bir imparatorluk istemeye başlamıştı. Bu, Avrupalı ​​güçlerin Afrika kıtasını kendi aralarında paylaştıkları 1878 Berlin Konferansı'nda dile getirildi. Böylece emperyalizmin iyi ve güzel bir şey olduğu ve dünyanın geri kalanına medeniyet getirmek için bir vesile olduğu fikri yaygınlık kazanmaya başladı. Solcular, Fabianlar ve Marksistler bu emperyalist düşünceyi desteklediler.
Hal böyle olunca siyasi ve ideolojik kimlik artık mensubiyet ve milliyet ile özdeşleşmeye başladı. Bu, vatandaşların hükümetle daha fazla bütünleşmesi ve ülkenin, sakinlerinin kimliğinin bir ifadesi ve çerçevesi olduğu fikrinin güçlenmesi anlamına geliyordu. Böylece bu sakinlerin, atalarının yapmaya istekli olmadığı şeyi yapmaya istekli olması gerekiyordu. Buna ilaveten 'güzel dönem'de (1870-1914) tanık olunan ekonomik kalkınma ve büyüme, bu erken ekonomik küreselleşmenin ülkelerinde kurdukları siyasi hâkimiyetlerini zayıflatacağından korkan bazı yönetici grupları rahatsız etti. Böylece bu yönetici grupları yerli ekonomiyi koruma politikasına (protectionism) yöneldi ve bunu popüler bir düşünce şeklinde allayıp pulladı. Almanya bu yönde lider konumundaydı. 1875'te Berlin, sanayi yatırımlarını devletin eline bırakma politikasını benimsedi. 1878'de yurtdışıyla serbest ticaret yapma ilkesinden vazgeçerek yerli ekonomiyi koruma politikasını benimsedi. Yeni birleşen Almanya en modern ve gelecek vaat eden bir ülke olarak göründüğünden bu, pek çok ülke için kötü bir örnek oldu.
Birinci Dünya Savaşı ve milliyetçiliğin, tüm savaşlar ve milliyetçilikler gibi çirkin ve korkunç olduğu aşikar. Ancak burada bizi ilgilendiren şey, savaşı popüler bir olay haline getiren, halkın savaşa duyduğu coşkunun sebebidir. Bu popülerliğin olmazsa olmazı yeni ve güçlü bağlantıların olmasıdır. Bu durumda şu öne çıkıyor: milliyetçilik bağı ve vatan-vatandaş ve yönetici-yönetilen arasındaki yeni ilişki. Bu bağların birçoğu hayali ve farazidir ve hatta yapay bağlardır. Ancak bu, söz konusu bağları zayıflatmıyor. Hatta onları güçlendiren efsanevi malzemeler olabilir.
Avrupa tarihinden bu sayfa anımsanırken, bölgemizde savaşlardan bahsetmek günlük bir tartışma ve öngörü konusudur. ABD ve İran iki hafta sonra Viyana’daki müzakerelerde başarısız olursa ne olacak? İran ve İsrail’in Suriye’deki durumu? Peki nükleer proje? Tel Aviv ve Tahran arasında yaşananların bir uzantısı olarak İsrail ve Hizbullah’a ne olacak?
Durum ne olursa olsun savaşın bizler için popüler ve coşku uyandıran bir olay haline gelmeyeceği aşikar. Bunun esas sebebi, kesinlikle iki farazi anlam arasındaki bağların hiç birinin olmamasıdır. Zira her an savaşan güçlere dönüşebilecek güçler, on yıllardır her bağı ve ilişkiyi parçalamak için azimle çalışan güçlerin ta kendileridir.
Bu noktada, yedi yıllık iç savaşın ardından meydana gelen ve İsrail'e karşı direnme sözü veren güçler arasında Beyrut sokaklarında tanık olunan günlük çatışmalarla eş zamanlı olarak yaşanan 1982 Lübnan'daki sınanmayı hatırlatmak isteriz. O zamanlar daha sonra yayılan sahte mücadelecilik anlatısının aksine insanların çoğu Lübnan başkentini terk etmişti. Baskın olan duygu, savaşın, buna yol açan politikalarda fikri alınmayan vatandaşların aleyhine olduğu yönündeydi.
Bugün ise bağlar arasındaki kopukluk eşi görülmemiş bir zirveye ulaşmış durumda. Örneğin Irak'ta bu, Başbakan Mustafa el-Kazımi'ye yönelik bir suikast girişimiyle doruk noktasına ulaştı. Girişimin arkasında olduğundan şüphelenilenler ise böyle bir olayın yaşandığından şüphe ettiler! Refik Hariri'nin suikastıyla başlayan ve Beyrut Limanı'ndaki patlamayla (bunun hakkındaki soruşturma engelleniyor) bitmeyen bir sicil, ülkesi olası savaş alanlarından birine dönüşebilecek Lübnanlıları savaş tutkunu güçlere bağlıyor. Suriyeliler hala 'Siyonist düşmanla ölüm kalım savaşı' çağrısı yapan rejimin üzerlerinde açtığı yaraları sarmaya çalışıyor. İsrail karşıtlığının kapsamlı bir bağ kurmak için yeterli bir neden haline getirilmesine engel olan İran korkusu bölgenin tamamında yayılıyor.
Diğer bir ifadeyle, bir savaş çıkması durumunda savaşa yönelik bir coşku arayan olacak olursa, şimdiden söyleyelim bunu bulamayacak. Bulacağı şey sivil kurbanlar, onların hayatları ve malları için duyulan bir korku ve zaten yeterince mahvolmuş ülkelerin geleceği için ortak bir endişe olacaktır. Savaşa gelince “Savaşlar hoş geldi” diyen biri olmayacak. Acı ve gam dolu yüreklerle izleyeceğiz.