Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Büyük dönüşümler ışığında Erdoğan'ın dış politikası

Türkiye hilafetin sona ermesinden sonra abartısız iki aşamadan geçti: Osmanlı İmparatorluğu'nu reddeden Atatürkçülük ile bu tarihi hatırlatan Erdoğan aşamaları. Erdoğan’ınki de üç aşamada özetlenebilir: Liberal açılım aşaması, bağımsızlık aşaması ve iki kademeden oluşan son aşama. Ahmet Davutoğlu’nun mimarı olduğu liberal açılım aşaması, Ortadoğu'ya ve Türkçe konuşan eski Rus cumhuriyetleri bölgelerine açılmayı temsil ediyordu. Bu politika, sanayileşmiş Türkiye'nin büyük pazarlara ihtiyacı olduğu ve Osmanlı mirası, demokratik sistemi ve Avrupa kulübüne katılma arzusu ile bölgede ekonomik ve siyasi düzeylerde önemli bir rol oynayabileceği vizyonuna dayanıyordu. Bu politikanın özünü de bu rolü oynamasını sağlayacak sorunları sıfırlama oluşturuyordu.
Erdoğan döneminin ‘altın’ kabul edilen bu aşaması uzun sürmedi. Batılı liberal kapitalist sistemin artık güçlü olmadığını gösteren finans krizinden sonra 2008'de sona erdi. Finans krizine Çin'in yükselişi, Rusya'nın geri dönüşü, daha sonra da Trump'ın iktidara gelmesi, ülkesinin müttefik ülkelere verdiği sözlerden geri çekilmesi ve salt çıkar politikası benimsemesi eşlik etti. Türkiye bu aşamayla birlikte çıkarlarının artık tamamen Batılı liberal sistemle bağlantılı olmadığını, değişen dünyada bağımsız hareket edebilecek ve çıkarlarını gerçekleştirebileceği bir alan olduğunu görmeye başladı.
Bağımsızlık politikası, mevcut uluslararası sistemde kendisine uygulanan kısıtlamaların nesnel bir değerlendirmesinin ardından devletin belirli siyasi seçenekleri benimseme yeteneği olarak tanımlanabilir. Erdoğan liderliğindeki Türkiye, söz konusu değerlendirme kapsamında ABD'nin artık güvenilir bir teminat olmadığını, Rusya'nın Türkiye'nin ulusal güvenliğini tehdit eden politikalar uygulama konusunda ABD’den daha güçlü olduğunu, Çin'in bölgede perde arkasından çalıştığını ve Washington’ın bunu engelleyemediğini gördü. AB ise tüm bunlar olurken açık bir şekilde ortada yoktu. Hatta Doğu Ukrayna gibi Avrupa bölgelerindeki Rus genişlemesi ile mücadelede, Kırım ve Suriye'nin işgali karşısında dağılmış bir Avrupa vardı. Türkiye ayrıca “Arap Baharı” sırasında ideolojisi ve emelleriyle uyumlu bir bölgesel sistemin doğuşuna yönelik oynadığı bahsin doğru olmadığını, dahası “Arap Baharı”nın Suriye ve Doğu Akdeniz'de güvenliğine yönelik bir tehdide dönüştüğünü gördü. Bu hızlı ve beklenmedik gelişmeler, Türkiye'yi müttefiki ABD ve NATO'dan "bağımsız" politikalarını uygulamaya ve artık hayal olmaktan öteye gitmeyen AB üyeliği talebinden üstü kapalı bir şekilde geri çekilmeye sevk etti.
Bağımsızlık politikasının belki de en büyük nedeni, 2016'daki başarısız askeri darbe girişimi ve Erdoğan’ın anayasal sistemi değiştirme başarısının ardından  mutlak yetkilere sahip bir başkana dönüşmesidir. Bu yetkiler onun dış politika dümenini yönetmesini sağladı ve Rusya Devlet Başkanı Putin, Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro, Macaristan Başbakanı Orban ve Çin Devlet Başkanı Şi gibi iktidarın tekelinde olduğu bir figür olarak sivrilmesini sağladı. Bu yetkiler, dış politikanın dümenini kolayca değiştirebilmesini, herhangi bir anayasal komplikasyon, parlamenter veya kurumsal kısıtlama olmaksızın bir aşamadan diğerine geçebilmesini, egemenlik ve dış komplo sloganı altında kamuoyunu seferber edip arkasında toplayabilmesini sağladı.
Bağımsızlık politikası Türkiye'yi bölgedeki ateşin içine soktu ve liberal açılım stratejisiyle elde ettiği kazanımların çoğunu kaybetmesine neden oldu. Ayrıca Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ile şiddetli bir anlaşmazlığa yol açtı ki son iki ülke, doksanlı yılların başından itibaren Türkiye'nin kalkınmasında önemli bir rol oynamışlardır. Bu politika aynı zamanda Türkiye'nin AB ülkeleri ve ABD ile de gerçek bir anlaşmazlığa düşmesine yol açtı. Öyle ki ABD ile Suriye'nin doğusunda, Gazze ablukası nedeniyle de İsrail ile denizde askeri çatışmanın eşiğine geldi. Bu politika Türkiye'nin tecrit edilmesine, Türk ekonomisinin sarsılmasına, dahası Türkiye'nin Doğu Akdeniz ve Afrika'da Yunanistan ve Fransa ile ihtilafa düşmesi gibi mali açıdan maliyetli, stratejik açıdan tehlikeli askeri maceralara girişmesine yol açtı. Rusya ile Kuzey Suriye'de savaşma noktasına geldi. Türkiye, bu politika ile kendi çabası ve öz kaynakları ile askeri cephaneliğini inşa etmek, Doğu Akdeniz'de varlığını dayatmak ve Suriye'nin kuzeyinde güvenliğini korumak gibi sınırlı başarılar elde etti. Ancak bu başarılar halen eksik ve uluslararası güç dengeleri ile bölgesel değişimler doğrultusunda, değişime ve dalgalanmalara açıktır.
Dış politikanın üçüncü aşaması, liberal açılım ve bağımsızlığın bir karışımıdır. Bazılarının bu tanımlamaya itirazına rağmen 2016'dan sonra mutlak yönetici olmayı başaran Erdoğan, Türkiye'nin dış politikasının dümenini değiştirmesi gerektiğini çünkü çatışma politikasının orta ve uzun vadede Türkiye için bir felaket olacağını tespit etti. Türkiye bölgede öncü bir rol oynamak istediği için en azından yakın çevresiyle sorunları sıfırlama politikasını yeniden devreye soktu. Bu bağlamda son zamanlarda Mısır'a açılım, İsrail ile iletişim, BAE ile dikkat çekici yakınlaşma ve Suudi Arabistan ile kademeli bir uzlaşı ve uyuma tanık oluyoruz. Bu geri dönüş, kökleşmesi halinde Arap Körfez yatırımlarının Türkiye'ye dönmesini sağlayacak, bölgesel konularda uzlaşıların önünü açacak ve bölgedeki büyük sorunları herkesin çıkarlarını dikkate alacak şekilde çözecektir.
Ancak bu adımlara, Türkiye'nin ABD ve AB gibi geleneksel müttefiklerine yönelik politikasında net bir değişiklik eşlik etmedi. Yunanistan ile çatışma, Fransa ile ortak savunma anlaşmasının imzalanması ve bunun sonucunda Fransa’nın herhangi bir Yunan-Türk çatışmasında Yunanistan lehine müdahale etme teminatı vermesinin ardından artıyor. ABD bu ikilem karşısında şaşkın. Türkiye ise Çin ve Rusya ile askeri yakınlaşma gibi diğer seçeneklere yönelebileceği imasında bulunuyor. Türkiye Cumhurbaşkanı’nın ima ettiği bu seçenekler çok tehlikeli. Çünkü eski müttefiklerini dar bir alana sıkıştırmayı ve onları taleplerini kabul etmeye zorlamayı kapsıyor. Dolayısıyla bu anlaşmazlığın devam etmesi, Körfez ülkeleri ve Mısır ile yakınlaşma başarılarını tehlikeye atabilir ve Erdoğan'ı Rusya veya Çin kampına geçme tehdidini uygulamaya sevk edebilir. Eğer gerçekleşirse bu, Erdoğan'ın en büyük hatası olacaktır. Çünkü Avrupa ve ABD tarafından güçlü bir kuşatmaya maruz kalacak, bölgesel bir Arap uzaklaşmasına şahit olacaktır. Her şeyden önce de Türkiye'nin güvenliğini ve ekonomisini ciddi tehlikelere maruz bırakacaktır.
Erdoğan tarih takıntısı olan pragmatist, pan-İslamcı, reformist, Atatürkçülüğü silip onun yerine geçmek isteyen bir figürdür. ABD'nin başını çektiği demokratik kamp ile Çin'in başını çektiği otoriter blok şeklinde iki büyük kampa ayrılmak üzere olan bir dünyada kimse bu figürü okuyamıyor. Ama herkes onun kararının Türkiye ve bölge için yazgısal ve önemli olduğunu biliyor.