İmil Emin
Mısırlı yazar
TT

ABD ve demokrasi zirvesi

ABD’nin çelişkilerle dolu tutumlarından hangisine inanalım? Çünkü, bir yandan dünya çapında demokrasiyi yeniden teşvik etme çağrısında bulunuyor; diğer taraftan yirmi yıl önce demokratik bir İran ütopyasını müjdelediği pozisyonlarından geri çekiliyor ve vaat ettiği her şeyi birdenbire terk ediyor.
Başkan Biden, ABD'nin Afganistan'dan çekilmesinin ardından, “Afganistan’da demokratik bir devlet kurma hedeflerinin olmadığını, aksine Amerikan güçlerinin misyonunun küresel terörle mücadele ile sınırlı olduğunu” söyledi. ABD'nin dış politika yaklaşımı, Ağustos’tan Aralık’a dek değişti mi? Beyaz Saray'ın sahibinin demokrasiyi yaymak gibi uluslararası bir vizyonu mu var?
Biden’in 9 ve 10 Aralık’taki zirvesi bazı soruları gündeme getiriyor. Bu sorular, Washington'un hâlâ inandığı Tahran rolüne dair bir incelemeyle başlayıp; onu geçmişin hatalarını tekrar etmeye iten olağan üstünlüğüne dek uzanıyor.
Öncelikle katılımcı ülkelerin hangi kriterlere göre seçildiğini sorabiliriz. Burada tartışma, Arap dünyasından davetlilerle sınırlı değil. Washington, NATO üyesi olan Türkiye'yi de görmezden geliyor. Ancak Avrupa Birliği'nin (AB) hukukun üstünlüğüne saygı göstermemekle itham ettiği Polonya'yı ve ABD medyasının liderliğine saldırmaya devam ettiği Brezilya'yı memnuniyetle karşılıyor.
Fakat -durum ne olursa olsun- başkanın dilediğini davet etme ve dilediğini de görmezden gelme hakkı elbette vardır. Bununla birlikte cevaplanması gereken esaslı bir soru ortada durmaktadır: “Amerika bugün, özellikle halkların ve ulusların iradesini ezen ve yok eden, dünya çapında bir dizi başarısız devlet yaratan yirmi yıllık deneyimlerden sonra demokrasiyi vaaz etmeye yetkin mi?”
Stockholm merkezli ‘Uluslararası Demokrasi ve Seçim Yardımı Enstitüsü'nün’ yakın tarihli bir raporunda, Amerika'nın “çöküşteki demokrasiler” listesinde yer aldığını görüyoruz. Bu raporda küresel demokrasinin kalesi olan Amerika’nın, otoriter eğilimlere kurban gittiği ve demokrasi endeksinde birkaç adım gerilediği kaydediliyor.
Başkan Donald Trump'ın siyasi taktiklerini ve bunların doğrudan ve dolaylı etkilerini hiç kimse unutmuş olamaz. Bu etkiler bir yandan Amerikan demokratik sahnesinde kendini gösterirken, öte taraftan Brezilya, Meksika, Myanmar ve Peru gibi diğer ülkelerdeki demokrasinin itibarı ve durumuna kadar uzandı. 2020 başkanlık seçimleri, demokrasi yürüyüşünde bir dönüm noktası oldu. Ancak Kongre'ye yapılan saldırının ertesi günü -6 Ocak 2020- demokrasiden demagojiye geçişin bir işareti olarak okundu. Bu, Pekin ve Moskova ordu komutanlığının, Amerika'nın aşırı sağcıların eline geçmesi ve akla hayale gelmeyen sonuçların ortaya çıkması korkusuyla, gizlice de olsa bir nükleer olağanüstü hâl ilan etmesini gerektirdi.
ABD Başkanı’nın, -Amerikan bakış açısına göre- demokratik olmayan devletler tarafından elde edilen başarılarla yüzleşmek adına ‘demokratik bir uluslararası ittifak kurma’ arzusunda olması muhtemeldir. Sam Amca’nın gördüğü şey de budur. Çin ve Rusya, ekonomik, kalkınma, askeri ve teknoloji gibi bir dizi alanda yeni küçük ittifakları canlandırıyorlar. Washington, geleneksel demokrasi bahanesiyle ona karşı olan bu güçlerin karşısına çıkıyor.
ABD’nin demokrasi yaklaşımı halihazırda üç temayı gündeme getiriyor:
Birincisi, zorbalığa karşı savunmadır. Bu, sağlam bir söz olmakla birlikte gevşek bir yapıya da sahiptir. Nitekim zorbalığın tanımı, dünya halklarının yabancı komplolara maruz kaldıklarında anladıkları anlamdan ve yapıdan farklıdır. Onların bu durumda “nefsi müdafaa” olarak gördüğü şey, bazı Amerikan liderlerinin gözünde zorbalığa dönüşmektedir.
İkincisi, yolsuzlukla mücadeledir. Bu tartışılmaz bir konudur ve ülkedeki ‘beşinci yasa koyucu’ rolünü oynayan lobiciler tarafından temsil edilmektedir.
Üçüncüsü ise insan haklarına saygıdır. Bu, tüm dünyada hayalini kurduğumuz ahlaki ve vicdani bir yönelimdir. Ancak ABD’de son yıllarda yaşananlar, onun bu konu hakkındaki sözlerini bir tür sahte paranın teşvikine dönüştürüyor.
Başkan Biden'ın çağrısı, kulağa bir tür ‘demokrasinin özelleştirilmesi ve bir Amerikan markası olarak pazarlanması’ gibi geliyor. Bu, çok sayıda Amerikalı araştırmacı tarafından reddediliyor. Boston Üniversitesi Küresel Politika Merkezi'nde araştırmacı olan Jake Werner, bu isimlerden biridir. Werner, Foreign Affairs Dergisi’nin temmuz sayısında, Washington'un dünya çapındaki demokratik savaşının, yoksul ülkeleri içermediği sürece başarısızlığa nasıl mahkûm olacağına dair ilerici bir vizyon sundu. Peki, Werner haklı mı?
Dünya Bankası'ndan gelen son veriler, oy oranlarının tüm dünyada, hatta İngiltere ve ABD’de düştüğünü gösteriyor. Fukuyama'nın ‘kimlik şüphecileri’ olarak adlandırdığı kişiler demokratik sürecin kalbi olan oylamayı umursamıyorlar. Biden'in konferansı, Trump'ın ‘Önce Amerika’ ve ‘Amerika dünyanın efendisidir’ vizyonundan pek farklı değil. ABD’li meşhur siyaset teorisyeni Richard Haass'ın, ‘Washington'un dış politikasını kuşatan hatalı bir konsensüs’ olarak belirttiği husus budur.