Viyana'da İran rejimi ile müzakereler yedinci turunda ve ABD liderliğindeki Batılı ülkeler tavizler sunarken, İran sertleşip uzlaşmaz bir tavır takınıyor. Anlaşmazlık konusu artık sadece İran'ın Arap ülkelerinin içişlerine müdahalesi ve balistik füzeleriyle sınırlı değil, aynı zamanda İran'ın dünyayı değiştirecek bir nükleer silaha dönüşmeye hazır hale gelmesi için nükleer programını geliştirmekte ısrar etmesini de kapsıyor.
İran'ın nükleer silah edinmesinin gerçek ve doğrudan tehdidi altında olanlar, Arap ülkeleri ve halklarıdır. Etkisini genişletme ve hegemonya kurma stratejisi, başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap ülkelerini hedef alıyor ve Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'de bunu başardı. Bu nedenle, Batılı pozisyonların gözlemlenmesi önemli, zira böylece Arap gözlemci bu pozisyonların yeterince ciddi olmadığını ve bölgenin, ülkelerinin ve halklarının endişeleriyle ilgilenmediğini kolayca görebilir. İran'ın nükleer silaha sahip olması, sadece bölgede değil tüm dünyada oyunun kurallarını bütünüyle değiştirecek şekilde yayılmacı stratejisini destekleyecektir.
Herhangi bir tarih okuyucusu ve siyasi mücadeleler hakkında bilgili herkes, Batı'nın bu eylemsizliğinin bölgede ve dünyada bir nükleer silahlanma yarışına olanak tanıdığını kolayca bilebilir. Bu, tüm insanlığın geleceğini tehdit eden bir eylemsizliktir ve tehdide hedef olan ülkeler hiçbir biçimde boş durmayacaktır. Ortak Batı dili, İran'ın ciddiyeti hakkındaki şüpheyi, niyetleri hakkındaki endişeyi ve diğer seçeneklere ilişkin imaları ve uygulanabilecek baskılara dair ipuçlarını ifade etmekle yetiniyor. Bir siyasi zayıflık modelini, zayıf bir vizyona dayalı zayıf bir kararı temsil eden bir siyasi dil olan iyimserlik, kötümserlik ve hayal kırıklığından bahsediyor. İran ile nasıl başa çıkılması gerektiği konusunda ABD içindeki ihtilaflar bir yana, sağduyu ve bilgelik, İran rejiminin anladığı tek dilin güç dili olduğunu kanıtlıyor ve Arap ülkeleri bunu iyi biliyor.
İsrail, bu yakın İran tehdidinin gayet iyi farkında ve bu farkındalığı ile tutumunda oldukça katı. İsrail güçlü, nükleer silaha sahip bir devlet ve Batılı ülkelerle sıkı ilişkileri var. Ama Batılı ülkeler İran rejimi hakkında hiçbir şey yapmıyor, bu nedenle onun için de korkular sabit, tehdit gerçek ve fiili.
Kırk yıl boyunca, gelişen stratejiler, değişen taktikler ve büyük olaylardan ve koşullardan yararlanma yoluyla İran, yukarıda bahsedilen Arap ülkelerine yayılmayı ve yerleşmeyi, diğer Arap ülkelerine çeşitli şekillerde nüfuz etmeyi başardı. Ama şunu bilmek de önemli; İran sadece kazanmadı, aynı zamanda kayıplara da uğradı. Bir önceki ABD yönetiminin uyguladığı Amerikan ve uluslararası yaptırımlar İran’ı zayıflattı. Bu birincisi. Irak halkının son seçimlerde dile getirdiği farkındalık, İran'ı, milislerini ve yerel ajanlarını zayıflattı. Bu ikincisi. Güçlü ve etkili olan üçüncüsü ise, Arap Koalisyonunun İran'ı daha da zayıflatan Yemen'deki Husi milislerine indirdiği olağanüstü askeri darbelerdir.
Suriye'de İran felaketi iki ana faktör, Rusya ve İsrail tarafından hafifletiliyor. Lübnan'a gelince, başarısız devletler iyi siyaset yapamazlar. Arap Körfez ülkeleriyle yaşadıkları büyük kriz karşısında, Lübnanlı politikacılar krizin bir devlet politikasıyla değil, sadece basit bir bakanla ilgili olduğunu düşündüler ve onu görevden almaya karar verdiler. Bu nedenle, yani politikacılar sorunların özünü anlamadıkları için Lübnan'ın bölgesel boyutu giderek körelmekte ve azalmakta, halkının acısı giderek artmaktadır.
Obama yönetimi sırasında imzalanan ve şimdiki yönetimin geri dönmek için can attığı nükleer anlaşma, tüm standartlara göre kusurlu, eksik bir anlaşmadır ve bu nedenle başarısız olmuştur. Trump yönetimi, diğer tüm seçeneklerin ondan daha iyi olduğunu zahmetsizce, açıkça, kolay ve gerçekçi bir şekilde ortaya koydu. Ancak bu yönetim, ABD içinde var olan sebeplerden dolayı, onu yeniden canlandırmaya ve onu ilk kez formüle eden aynı isimlere ve şahıslara tutunuyor. Oysa aklı başında bir insan, aynı hatayı iki kez yaptığında farklı sonuçlar beklememesi gerektiğini bilir.
Bazı Arap yazarlar ve Arap medya kuruluşları, Batı medyasının ABD ile İran arasındaki müzakerelere ilişkin öne sürdüklerinin peşinden koşuyor. Müzakerelere ilişkin ayrıntıları ve argümanları oradan göründüğü şekliyle takip ediyorlar. Ama gerçekte Arapların buna karşı duruşu, siyasi ve medyatik öncelikleri farklı. Ancak bu, ne söz konusu medya kuruluşlarına ne de yazar ve analistlerin görüşlerine yansımıyor. Bu, Arap gözlemcinin, siyasi ve popüler Arap öncelikleriyle ilgilenmeyen zayıf Batılı duruşlardan etkilenmeden, sahneyi gerçekçi bir şekilde izlemesini, okumasını, analiz etmesini ve boyutlarını gözlemlemesini engelleyen gerçek bir kusurdur.
İmkansız talepler, İran'ın teklif ve taleplerinin özetidir ve bu, zaman kazanmak için her zaman kullandığı araçlarından biridir. Nitekim nükleer projesini nükleer silah elde etme aşmasına yükseltme çalışmaları tüm hızıyla devam ediyor. Balistik füzeleri ve SİHA’ları sürekli gelişiyor. Arap ülkelerinin işlerine müdahalesi artıyor ve yeni alanlara kayıyor. Son olarak Suriye'nin Deyrizor kentindeki Arap kabilelerine yönelmek gibi farklı kesimleri hedef alıyor.
Obama'nın geri çekilmeci ve izolasyoncu vizyonu, iki başkanlık dönemi boyunca ABD ve dünyadaki müttefikleri için büyük sorunlara ve uluslararası güç dengesinde dengesizliklere yol açtı. Arap Baharı ve İran ile imzalanan nükleer anlaşma, Arap ülkeleri ve dünyanın birçok ülkesi onları çok kötü sonuçları olan kötü şeyler olarak görürken, bu yönetimin büyük siyasi başarı addettiği iki şeydi. Şimdi mevcut yönetim de, bir yandan İran ile başarısızlıkla sonuçlanan nükleer anlaşmayı eksiklikleri ve günahları ile diriltmeye çalışırken, diğer yandan aynı gösterişli sloganlar ve demokrasinin başında geldiği batmayan ilkeler altında “Arap Baharı”nı da diriltmeye çalışıyor. Bilindiği gibi Biden yönetimi bu hafta demokrasi için çağrı yapmak ve davet etmek için yeterince zaman bulacak. Kısacası Biden yönetimi, sanki tarih insanlara hiçbir şey öğretmiyormuş gibi, aynı hataları, aynı günahları işlemeye devam ediyor.
Yakın hem de çok yakın tarihi hatırlamak için, Obama'nın bu yıl (2021) yayınlanan “A Promised Land” (Vaat Edilen Topraklar) kitabında Arap Baharı olaylarına dair açıklamasını okuyabiliriz; “Amerikan bakış açısından, Mısır'da meydana gelen en önemli gelişmeler, gençlik örgütleri, aktivistler, sol muhalefet partileri, önde gelen yazarlar ve sanatçılardan oluşan bir koalisyonun kurulması, dönemin Devlet Başkanı Mübarek rejimine karşı kitlesel bir protesto hareketi için ulusal bir çağrı başlatmalarıydı.” Bu metin, neler olup bittiğine dair kusurlu bir bakış açısı ve farkındalığı göstermek açısından kapsamlıdır. Zira Obama, Müslüman Kardeşlerden hiç bahsetmiyor, oysa sonrasında aslında Mısır'ı yöneten ve tüm Arap Baharı ülkelerinde yolsuzluğu, terörü ve kaosu yayan taraf odur.
Sonuç olarak, sahne bugün aynı şahsiyetler ve aynı argümanla, yani demokrasi ile tekrarlanıyor. Afganistan ve Irak'ta yaşananlar, Tunus'ta, Mısır'da, Libya'da olup bitenler sanki insanlara hiçbir şey öğretmiyor. Hataları devletler, milletler ve halkları açısından tarihi düzeyde olanın, kendisinin çekildiği bir dünya liderliğine sarılmaya, aynı kusurları ve aynı hataları işlemek istemeye hakkı yoktur.
TT
Nükleer İran ve demokrasinin günahları
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة