Fahd Süleyman Şukeyran
Suudi Arabistanlı araştırmacı yazar
TT

Tarık Ramazan ve siyasal İslam'ın dönüştüğü iddiası

Tarık Ramazan 20 Eylül 2011'de, “Arap Dünyasında Siyasal İslam'ın Geleceği” başlıklı bir konferans verdi ve daha sonra bu konferans küçük bir kitapçık halinde de basıldı. Aradan geçen bunca yılın ardından bu konferansa tekrar baktığımda bizim için iki açıdan yararlı olabileceğini düşündüm.
Birincisi, Tarık Ramazan'ın o sırada kargaşanın zirvede olduğu bir zamanda sahip olduğu netlik seviyesiydi. Siyasal İslam hareketleri Batı'yı “devletin demokratik yüzü” olduklarına ikna etmiş ve bu temel üzerine malum destekler ve yardımlar inşa edilmişti. Diğeri ise, Tarık Ramazan'ın kendisini elinden geldiğince soyutlamaya çalıştığı siyasi İslam'a bağlılığını teyit etmesiydi. Her zaman, “Nietzsche bir felsefe tarihçisidir” şeklindeki doktora tezini hatırlatır ve kendisini Edgar Morin gibi bir filozof ve yetkin bir tartışmacı olarak takdim etmeyi tercih ederdi.
Bir dizi sosyolog ve uzmanla yaptığı bu konuşmalarda onlardan farklı düşünür ve şöyle derdi:
“Son on yılda, Olivier Roy gibi sosyologların ve siyasi uzmanların Ortadoğu ve İran'da yaşanan ve tanık olunanlardan sonra İslamcılığın ya da siyasal İslam’ın sonunun işaretlerinin göründüğü teorisini savunduklarını işittik. John Esposito, Francois Burgat ve diğer bazı isimler ise bunların siyasal İslam'ın sonu anlamına gelmediğini söylüyorlar.”
Tarık Ramazan, ‘Arap Uyanışı’ üzerine bir kitap yazmaya hazırlanıyordu. Ona göre en organize olan İslamcılar, tiranlara karşı sürekli bir mücadele içine girmişlerdi. Ramazan, siyasal İslam'ın zirvesine ulaşmasının onun sonu anlamına geldiğini değil, bir dönüşüm geçirdiğini düşünürdü. Ona göre bu dönüşümün bir yönü, İslamcıların kimlikleriyle toplum içinde ve kendi aralarında takip ettikleri yolda somutlaşmıştı ve bu gruplar toplum içinde yeni bir anlayışın kapısını açmak için uğraşıyorlardı. İhvan-ı Müslimin ve en-Nahda Partisi'nin söylemlerinde ‘devlet, ortaklık ve kadın’ kavramlarına doğru yönelimden övgüyle bahsederdi.
İçeriden bir eleştiri getirerek, Arap toplumlarındaki İslami hareketlerin temel kusurunun, hayır işleri ve popüler etkiyle topluma nüfuz etmiş olmalarından bahsetti. İslam'ın bir “din ve devlet” olduğuna inandıkları anlayışa dayalı gerçek yönetim teorisi bulmak gibi asıl yapılması gerekeni yapmadıklarını söyledi. Hasan Turabi ve hareket içerisindeki diğer reformist İslam teorisyenleri için bile yönetim kavramı, hilafetin ve devletin iç içe geçtiği bir modelden ibaretti.
Ramazan bunun öncesinde şu değerlendirmelerde bulundu:
“Onlar homojen bir hareket oluşturuyorlar. Gençler, ayaklanmaların başlangıç ​​noktasıydı, fakat onların bir kısmı da hareketin içine eski yaşlı nesli de katan genç İslamcı kuşaktandı. İslamcılar, muhalefetin bir parçasıydı. Onlara inandırıcılık veren şey de buydu. Bu, genel olarak Müslüman ülkelerle ilgilidir. Nihayetinde dini faktör, açık bir referans haline geldi ve bunu siyasi referans çerçevesi takip etti. Başlangıçta liderlikten yoksun ve daha iyi örgütlenmiş olan güçler, sonunda liderliği üstlendiler ve kimse tam olarak ne olacağını bilmiyordu ki, programlarını uygulamadan güçleri yargılamak mümkün değildi. Dolayısıyla zorba yöneticilerin “Biz onlardan daha iyiyiz” mottosunu kabul etmek yerine, bırakalım denesinler diyorum. Türkiye örneği, hükümetin orada başardıkları, despotların iktidarda olduğu diğer Müslüman çoğunluklu ülkelerdeki kazanımları çokça aştıklarını gösteriyor. Bu nedenle despotlara güvenmek yerine onlara bir şans vermeliyiz, ancak ilkelerine ihanet ederlerse eleştirel olmalıyız.”
Ramazan konuşmasında, siyasal İslam'ın sona ermediğini, tersine değiştiğini ve dönüştüğünü belirterek, ‘dini otoritenin devlete hükmetmesine izin verilmemesi, denge kurulması ve ahlakın siyasetten ayrıştırılmaması’ çağrısında bulundu. Bazı insanların dinin devlette bir rolü olmasını istemediklerini kendisine söylediklerine değinerek şu ifadeleri kullandı: “Peki, ekonomik baskı gruplarının devleti kontrol etmesini istiyor musunuz? Çünkü en nihayetinde birçok Batılı devlet yapısının dinden bağımsız ama baskı gruplarından ve demokratik olmayan ekonomik güçlerden bağımsız olmadığını görüyoruz.”
Tarık Ramazan’ın konferansının bu özetiyle birlikte, Arap ayaklanmalarından bu yana İhvan-ı Müslimin’in teorik olarak ne derece kök saldığı bizim için daha açık bir hale geliyor. Onlar çok farklı yollarla bir filozof veya düşünür ya da açık fikirli bir hak ve özgürlük savunucusu olarak görünmeye çalıştılar. Fakat İslamcıların otoriterlere bir alternatif olarak düşünülmesiyle birlikte despotizmin tuzaklarına düştüler.
Tarık Ramazan, filozof Morin ile diyaloglarında bile bu köktendinci zeminin tutsağıydı. Felsefi çalışmaları ona pek bir yarar sağlamadı ve felsefe bölümlerinden mezun olan Afgan savaşındaki liderlerin de bu eğitimden aldıkları bir şey olmadı. Onun konuşmaları, sürçmeleri ve açık sözleri üzerine düşünen bir kimse, onun ve kadrodaki diğer herhangi birinin konuşmasının aynı sonuca, ancak iki farklı yoldan ulaştığını görür.
Bana göre siyasi İslam, ne Olivier Roy'a atfedildiği gibi sona erdi ne de Ramazan'ın dediği gibi dönüştü. Aksine şiddeti, saldırganlığı, etkisi ve toplumlara nüfuzu gün geçtikçe daha da artıyor.