Vahdettin İnce
Yazar
TT

Van’daki aşiret dernekleşmeleri

Anayurtları Hakkari civarı olan, bugün artık çevre illere de yayılmış, özellikle Van’da yoğunlaşmış, her biri bir düzine kabileye bölünmüş iki büyük Kürt aşireti var. Ertoşî ve Pinyanişî. Yıllardır bu iki aşiretin başta olmak üzere Kürt aşiretlerinin isimlerinin kökenini merak edip dururum. Ne zaman Kürtçe, Farsça, Türkçe ve Arapça kaynaklarda bu konuda herhangi bir bulguya rastlasam heyecandan gözüme uyku girmez. Kelimelerle uğraşmak, kelimelerin peşinde olmak, hele de anlamları bilinmeyen veya muğlak olanların anlamlarını öğrenmek dünyanın en büyük zevkidir. Bu gözlemlerim neticesinde bir kanaate vardım. Kürt aşiretlerinin büyük bir kısmının isimlerini ilk atalarından aldıkları biliniyor, Hesenî, Heyderî, Celalî, Bekirî, Mikaîlî, Canbegî (Can beya veya Cihan bey), Kurhesinî (Kur=oğul, hesin=demir. Demiroğulları yani. İranlılar (Azeriler) bu aşiretin orada yaşayan kısmına Demiroğlî derler. Şakiro da bir stranında “sê zeriyê min hene ji mala demirolî ne”der (üç güzelim var Demiroğlu sülalesinden yani. Bunların ilginç bir tarafları daha var: özellikle Van merkezde isim olarak Kürtçe bir kelime olan “Kurhesinî”yi kullananlar çoğunlukla Türkçe konuşurken (Van’ın köylerindeki Kurhesinîler Kürtçe konuşmaya devam ediyorlar), İran tarafında Türkçe ismi yani “demiroğli”yi kullananlar da çoğunlukla Kürtçe konuşurlar)… Aşiretlerin önemli bir kısmı da isimlerini yaşadıkları bölgeden, o bölgede öne çıkan bir dağdan, ormandan, ovadan…alırlar ya da tersi doğrudur; o bölge, o dağ, o orman ve o ova adını orada yaşayan aşiretten alır, Sîpkan aşireti ile eteklerine yerleştikleri Sîpan dağı, Botan aşireti ile Botan nehri,  Zîlan aşireti ile Zîlan vadisi ilişkisi gibi. Bazı aşiretlerin ilk yurtlarından göç ettikten sonra yeni yerleşim yerlerinde öncekinden farklı bir isimle anıldıkları da olmuştur. Örneğin Van’ın yeni adı Çatak olan Şax ilçesinden Bitlis’in Tatvan ilçesine kadar yayılmış Hellacî aşiretinin bir kısmı Van gölünün kuzeyine, Erciş/Erdîş dolaylarına yerleşmişlerdir. Bölge halkı bu yeni gelenlere geldikleri yere telmihen Berjêrî (aşağıdan gelenler) ya da geldikleri yerin ormanlık, ağaçlık olmasını esas alarak Çiloyî (Çilo Kürtçe ağaç yaprağı, dalı anlamına gelir) adını vermişlerdir. Bugün kendi aralarında Hellacî adını kullansalar da çoğunlukla bu yeni isimlerle anılıyorlar.
Ertoşî ve Pinyanişî aşiretleri isimleri itibariyle ikinci kısma girerler. Yani isimlerini yerleştikleri bölgeden alırlar. Ertoşîlerin ana merkezleri Van’ın Gevaş/Westan  (eskiden Hakkariye bağlıydı, halen kültürel olarak Hakkari karakterini taşır) ilçesinin sınırları içindeki Ertos (artos) dağının etekleridir. Oradan çoğalarak yayılmışlar. Bu dağa nispetle komşuları onlara “Ertosnişîn-ertos civarına yerleşenler” adını vermişler. Zamanla ertosnişîn kelimesi “ertoşi”ye dönüşmüş. Pinyanişîlerin ana merkezi ise Hakkari’nin bugün adına Çukurca denen Çalê ilçesidir. Çal Kürtçede çukur, kuytu, saklı demektir. Çal dışında Kürtçede bugün artık pek kullanılmasa da kuytu, saklı anlamına gelen bir kelime daha var. Pinhan. İşte bu kuytu bölgeye yerleştikleri için onlara pinhannişîn yani kuytu bölgeye yerleşenler adı verilmiş ve ertosnişînde olduğu gibi zaman içinde pinhannişîn “pinyanişî”ye dönüşmüş. Bu iki aşiret ayrılmaz ikili, rakip kardeşlerdir desem yeridir. Hakkari mîrinin divanında mîrin sağında ve solunda iki ağa otururdu, biri ertoşîlerin, biri de pinyanişîlerin ağasıydı. Bu yüzden iki aşirete verilen diğer bir isim de “baskê rastê, baskê çepê”dir. Mirin sağ tarafında ve sol tarafında oturanlar yani. Bu tarihsel ve sosyolojik ayrılmazlıklarından hareketle Van’da ertoşîlerin bir dernek açtıklarını duyunca pinyanîşilerin kısa zamanda atağa geçeceklerini tahmin etmiştim.   
İnternet medyasını takip ederken dikkatimi çekti. Tahmin ettiğim gibi Van’da Pinyanişî aşireti derneği kurulmuş. Tabi bu aşiret eksenli örgütlenmelerin ilk örneği değil. Yukarıda değindiğim gibi bundan önce Ertoşî aşireti liderlerinin öncülüğünde bölgedeki diğer irili ufaklı aşiretlerin temsilcilerini de bünyesinde barındıran “kadim aşiretler federasyonu” kurulmuştu (ağırlıklı olarak ertoşîlerin oluşturduğu bu federasyonun başında “kadim” (eski, köklü) ifadesi olunca haliyle pinyanişîlerin derneğinin başında da “büyük” niteliği olacaktı). Yine basında takip ettiğim kadarıyla bir süre önce kadim aşiretler federasyonunun öncülüğünde Van’da geniş katılımlı bir toplantı da düzenlenmişti. Basında yer bulmadığı için bilinmeyen başka aşiret dernekleri de var. Birûki aşireti, Kurhesinî aşireti dernekleri gibi. Bu tür örgütlenmelere ilişkin aydın değerlendirmeleri genellikle olumsuzdur. Kabul etmek gerekir ki bu tür örgütlenmeler bir iki yüzyıldan beri genelde Türkiye’nin, özelde Kürtlerin önüne konan ve geleneksel kurumların tümüyle ortadan kaldırılmasını öngören muasır medeniyet rotasının tersine giden gelişmelerdir. Bu açıdan batılılaşma, Batılılaşmış Türkiyelileşme rotasını benimseyenlerin bu gelişmeye dair eleştirel yaklaşımlarının, burun kıvırmalarının, dudak bükmelerinin, küçümsemelerinin bu açıdan anlaşılır bir şey olduğunu belirtmek gerekir.
Belirtilmesi gereken bir diğer husus da kadim Kürt kültürünün bu geleneksel kurumlarına yönelik olumsuz yaklaşımın yukarıda değindiğim çağdaşlaşmaya sekte vurması endişesi benzeri başka birçok sebebinin yanında iki önemli sebebi daha var. Biri olgusal, biri de algısaldır.
Önce olgusal olanı: aşiretlerin, özellikle mîrlik ve ağalık kurumlarının çağdaşlaşma rotasına giren Osmanlının son yüzyılında ve Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren resmi statülerini, etkinliklerini yitirmelerinden dolayı aşiretlerin geleneksel hiyerarşilerinin dağılması ile birlikte her aklı başında insanı rahatsız eden, üzen kan davalarının akıl almaz bir cinayet normuna dönüşmesidir. Bu yüzden herhangi bir aşiretin ismiyle bir dernek, vakıf kurulduğu zaman, bu olayları yakından da takip eden her insan şöyle bir durur, irkilir, haklı olarak endişeye kapılır. Gerçekten de başsız, öndersiz, geleneksiz (geleneği kendi gayretleriyle sürdüren bir avuç kanaat önderi hariç) kalan aşiretler çok kötü bir imtihan verdiler bu süreçte. Gün geçmiyor ki aşiretler arasındaki veya bir aşiretin farklı kollarının arasındaki husumetten dolayı onlarca cana kıyılmasın. Bu olayların kahir ekseriyeti de çocuk kavgaları, merada otlayan hayvanların sınır ihlalleri, mahalle kavgaları gibi eften püften sebeplerden ya da aklı başında iki insanın araya girip kolayca çözüme bağlayacağı arazi anlaşmaları gibi nispeten ciddi olaylar nedeniyle çıkıyor olması daha bir can yakıcı oluyor. Bunları ve daha fazlasını bilenler, görenler, duyanlar aşiretlerle ilgili her gelişmeyi irkilerek karşılarlar doğal olarak.
Algısal olanı ise daha derinden ve etkilidir. Batı medeniyeti kendinden önceki olguları, tarihi, coğrafyayı, sosyolojiyi, dini, geleneği yok sayan, görmezden gelen bir medeniyettir. Bütün bunları en ince ayrıntısına kadar bilir de. Hem de asıl sahiplerinden daha fazla. Zayıf taraflarını, güçlü yönlerini, olumlu ve olumsuz taraflarını “müsteşrikler” aracılığıyla yüz yıllar öncesinde keşfedip kaydetmişlerdir. Bugün bölgede yürütülen Batılılaştırma, medenileştirme, çağdaşlaştırma süreci işte bu gözlemlerin batılı üniversitelerde “bilimsel disiplinler”e dönüştürülmesinden sonra başlatılmış ve devam etmektedir. Temel kalkış noktası, bu doğal, gerçek ve köklü verileri görmezden gelmek, onların yerine tümüyle batı menşeli kurumları, gelenekleri yerleştirmektir. Batı medeniyeti, bizim coğrafyamızda “geriye doğru inşa” ilkesiyle hareket etmektedir. İnşa için yıkmak şarttır. İşte Kürt aşiretleri de bu yıkımın hemen hemen ilk kurbanları oldular. Çünkü batı medeniyetine karşı en sağlam ve en inatçı direnişi onlar gösterdiler. Batı kendi içinde yaşadığı sosyolojik süreçleri, bambaşka bir iklimde gelişmesine rağmen birebir buralara uyguladı ve kesin hükmünü verdi. Kürt aşiretleri feodal yapılardır ve yıkılmaları gerekir. Alıcısı hazırdı bu hükmün. Ve derken Kürt mîrlerine, ağalarına, aşiretlerine, diğer tüm dini ve sosyal kurumlarına karşı bir saldırı süreci başlatıldı. Aydınlar da bu cephede batının bu ahlaksız saldırısının yanında gönüllü olarak yer aldılar, yer almaktadırlar. Nitekim batıdaki feodal dönemin derebeylerinin “ilk gece hakkı”nın olduğunu (büyük bir ihtimalle “Cesur Yürek” adlı filmden öğrenen pek bilimsel, nice anlı şanlı aydınlar daha dün determinist bir yaklaşımla bunun mutlaka “Kürt feodalitesi”nde de olması gerektiğini düşündüler ve “Kürt ağaları Ermenilere karşı ilk gece hakkına sahiptiler” ahlaksız iftirasına bulundular. Böylece “bilimsel” olarak itibardan düşürülen geleneksel Kürt aşiretlerini folklorik olarak aşağılama sürecine sıra gelmişti.   
Algının bilimsel temeli atıldıktan sonra sıra delillerini bulmaya gelmişti. Batı neredeyse tüm sosyal alanlarda önce kararını veriyor, sonra gerekçelerini üretiyor zaten. Burada da öyle oldu. Türk sineması, edebiyatı öyle bir aşiret, ağa tipolojisi oluşturdu ki bizzat kendileri bundan fersah fersah kaçmaya başladılar. Geleneksel kurumlarını yitiren ortadoğunun bu kadim halkı savunmasız kalınca bilindiği gibi kurda kuşa yem oldu.
Şimdi Van’da örneklerini gördüğümüz bu dernek ve federasyonlar bir “vak’ay-ı Hayriye”nin ilk adımı olabilirler. Geçmişte işlenen “kan davaları” türü korkunç hatalardan ders almış olarak Kürt geleneğinin yeniden dirilişini temsil edebilirler. Geleneksel, cömertliği, mertliği, erdemi, ahlakı yeniden ihya edebilirler.
Yukarıda işaret ettiğim Hakkari mîri ve ağaların konumlarının bugüne uyarlanan bir versiyonu gerçekleştirilebilir. Geçmişte mîr devlet aklını temsil ediyordu, bu gün doğal olarak vali. Valiler resmi kurumların yanında bölgenin aşiret temsilcilerini “baskê rastê-baskê çepê” gibi sağlarına, sollarına alabilir, bölgede baş gösteren birçok olayı çözebilirler. Kadim Kürt aşiretleri de kan davalarında değil erdemlerde görkemli bir yarışa girebilirler.
Bunun için batının özellikle sosyal alanlarla ilgili uydurma bilimselliğine ve Türk sinemasının düzmece algısına karşı duracak cesaret lazım tabi.
Ertoşîler ve Pinyanişîler bu cesareti gösterdiler.