İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Yemen’den hareketle Arap - ABD hesap envanteri

ABD Başkanı Joe Biden, Abu Dabi Uluslararası Havalimanı’nı hedef almalarının ardından Husileri yeniden terörist bir grup olarak tasnif etmenin “incelenmekte olan” bir mesele olduğu konusunda bize güvence verdi.
Washington'daki yeni Demokrat yönetimin iktidara geldikten kısa bir süre sonra Husi darbecilerini terör listesinden çıkarması, her ne kadar Demokratların İran ve Arap takipçilerine yönelik bir dizi tutum ve inançlarıyla uyumlu bir karar olsa da, bu doğru yönde atılmış bir adım.
Diplomatik nezaket ve kibar ifadelerinden uzakta, Washington'un -Cumhuriyetçi ve Demokrat yönetimler altında- 2003'ten bu yana eylemleri ve fiili tutumların çoğu, Tahran'ı sorunun bir parçası değil, çözümün bir parçası olarak görmeye dayanıyor.
Paul Bremer (savaş ve işgalden sonra Irak'ın askeri hakimi), bin yıldan fazla bir süre sonra Irak'ta Sünni yönetime son vermekle övünmüştü. Arap bölgesi bugün, Washington'un İran'ın batıya, Akdeniz'e, güneye Yemen ve Kızıldeniz'e doğru genişlemesini “kabullenmesi” gerçeğini yaşıyor. Körfez'i bir Fars gölüne çevirme çalışmasından bahsetmiyoruz bile. Keza ABD’nin İran'ın takipçilerinin Irak, Suriye, Lübnan, kuzey Yemen ve Gazze'yi ele geçirmelerini örtük olarak onaylaması gerçeğini de yaşıyor.
Husileri terör örgütleri listesinden çıkarma kararının ne zaman incelenmeye başlandığını, gerekçelerinin veya dayanaklarının ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz, ancak art arda gelen olaylar bağlamında şu mantıklı sonuçlara ulaşılabilir:
1- Demokrat Parti, Washington lobileri, araştırma ve istihbarat merkezleri içinde, mutlaka İran rejiminin bir müttefiki olmasa da, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerine - özellikle de Suudi Arabistan'a - otomatik olarak düşman bir akım var. Bu otomatik düşmanlık, her zaman bir yandan Körfez’in niyetlerine karşı güvensizliğe, diğer yandan da Körfez’e karşı herhangi bir saldırgan niyetin varlığını (Yemen örneğinde bu İran rejimidir) görmezden gelmeye yol açıyor.
2- Washington ve Batılı karar alıcı başkentlerde aktif bir örgütlü İran lobisi bulunuyor. Lobi örgütsel açıdan, İran Devrim Muhafızları'nın medya ve güvenlik sisteminin bir parçası olmayabilir, fakat milliyetçi ve vatansever düşünceler nedeniyle, İran'ın Ortadoğu'da "öncü" pozisyonunu korumasına özen göstermeye devam ediyor. Bu nedenle, en azından geçici olarak, İran’ın bölgesel rakipleri pahasına Mollaların ve Devrim Muhafızlarının kendi çalışmalarının meyvelerini toplamasını umursamıyor.
3- ABD'nin finansal çıkar ağları, geleneksel "arkadaşlıklara" ve bunun gibi romantikliklere çok az önem verirler. Dosttan önce müttefike şantaj yapmaya her zaman hazırdırlar. Washington'un Avrupalı ve Atlantik "müttefikleri" ile ilişkilerinde bile bunu defalarca gördük ve görüyoruz.
4- Bir "süper güç" olarak ABD'nin yerel ve bölgesel meselelerin ayrıntılarına ilişkin hesaplarının, bu meselelerle doğrudan ilgili her ülkenin hesaplarından temelde farklı olması çok doğaldır. Buradan yola çıkarak, Washington'un Körfez’in Yemen dosyasını ele alma şekliyle ilgili niyetlerinin sağlam olduğunu kabul etsek bile, Amerikan başkentinde Körfez’in Husi darbesine karşı koymasını “düşmanca bir saldırı” olarak gören birçok akımın bulunduğunu görürüz. Bunlar Körfez’in mücadelesini gerçekte olduğu gibi uluslararası meşruiyet kararlarını destekleyen, Husilerin İran’ın yayılmacı planıyla organik bağları ışığında, Tahran'ın alenen ve açıkça övündüğü saldırganlığına karşı koyan bir savunma önlemi olarak görmüyorlar.
5- Mevcut Joe Biden yönetimi, "Ortadoğu kadrosunun" neredeyse tamamını Barack Obama yönetiminden devraldı. Obama yönetiminin İran'dan İsrail, siyasal İslam ve diğer ekonomik, siyasi ve güvenlik açıdan yapısal konulara kadar Ortadoğu meselelerini ele alırken yeni "kavramlar" benimsediği biliniyor. Bu kavramlara bölgede görülen Rus ve Çin meydan okumalarının büyümesi, Tahran'ın bölgedeki "işgallerinin" ivmesinin artması ve en azından şimdiye kadar kafası biraz karışık ve artan bir Türk varlığının özelliklerinin belirginleşmesi eşlik etti.
Sonuç olarak, var olmayan “arkadaşlıklara” güvenmeye devam etmenin gerçekçilik ve pragmatizmden yoksun bir politika olduğuna ikna olmalıyız. Bu nedenle, alternatifleri benimseme ihtiyacı veya olasılığı varsa, er ya da geç diğer seçenekler ve alternatifler değerlendirilmelidir. Bu bağlamda geçtiğimiz günlerde Biden yönetiminin Ortadoğu politikalarına ilişkin iki inceleme yayınlandığını hatırlıyorum.
İlk okuma, ABD’den "Brookings Enstitüsü" tarafından hazırlanan bir raporda yer alıyordu ve Körfez’in tutumuna tamamen düşmanca bir perspektifi temsil eden bir akademik araştırmacı ile bir istihbarat uzmanı tarafından hazırlanmıştı. Yazarlar, Husileri Yemen'e karşı bir "dış saldırganlığın kurbanı" olarak görüyorlar ve Washington’un buna karşı çıkması ve reddetmesi gerektiğini düşünüyorlar. Düşmanca okumalarını Yemen ve Afgan durumlarının sözde bir "karşılaştırması" ile bitiriyorlar ve Yemen davasının Afgan davasına benzediğini iddia ediyorlar. Buna göre gerek Taliban gerekse Husiler her zaman insan haklarını ihlal etseler de, rapora göre işgalci bir yabancı güce karşı savaşıyorlar. Bu nedenle, iki yazar Başkan Biden'a Afganistan'da benimsediği aynı "geri çekilme" seçeneğini benimseme çağırısı yapıyorlar. Ama garip bir şekilde Körfez, Arap Maşrık (Levant) bölgesi ve Kızıldeniz düzlemlerinde İran'ın (mezhepçi, askeri, terörist ve narkotik)  yayılmacı arka planlarını görmezden geliyorlar.
İkinci okuma ise Stephen Cook tarafından hazırlanan ve Foreign Policy dergisinde yayınlanan bir rapordu. Biden yönetiminin Ortadoğu'daki bölgesel dosyaları ele alış biçiminin arka planının eleştirel ama nesnel - ve daha az düşmanca - bir okumasıydı.
Cook, okumasında Biden'ın bölgedeki "stratejisini" tanımlamak için "acımasız pragmatizm" terimini seçti. ABD yönetiminin Ortadoğu'ya yönelik bir stratejisi olduğunu ancak bunun özellikle Suriye ve Yemen meselelerindeki pragmatizminde "acımasız" olduğunu vurguladı.
Cook’a göre, Suriye ile ilgili olarak, Biden'ın "Beşşar Esed'in kazandığına ve artık hiçbir şey yapılamayacağına dair örtülü bir kanaatten" hareketle "gerilimi azaltmanın" Amerikan stratejik hedeflerine hizmet etmenin en iyi yolu olduğu sonucuna varmış olduğu ihtimali ağır basıyor. Cook ayrıca acımasız pragmatizmi içinde Biden'ın stratejisinin, Washington'un çıkarlarını "terörle mücadele, silahların yayılmasını önleme, İsrail'in güvenliğini sağlama ve yardım erişimini artırarak insan haklarını garanti etme" ile ilişkilendirdiğini ekliyor.
Yemen'e gelince, yazar öncelikle Biden yönetiminin açıklamalarına, gerekçelerine ve neyin "meşru savunma" teşkil edip neyin teşkil etmeyeceğine dair muğlak konuşmalarına yer veriyor. Ardından, Arap Yarımadası'nda istikrarın geleceğine ve özellikle İran ile bağlarının gölgesinde Husilerin başarılı olması halinde Babu’l Mendeb Boğazı ve Kızıldeniz'deki deniz seyrüseferine yönelik stratejik tehditleri ele alıyor. Biden’ın stratejisinin “dış politikada çoğunlukla etik yönü şüpheli kararlar almayı içerdiğinden” ne aydınlanma ne de kahramanlık içermediğini belirterek sözlerini bitiriyor.
Washington'daki bu kasvetli tablo, İran ile nükleer müzakerelerin gerçeklerden kaçan, yanılsama ve mitleri reel, etik gerçekler ve politikalar şeklinde önümüze seren sırlarına ışık tutuyor.