Yasir Abdulaziz
TT

‘Sosyal medya’ ve çoklu standart

Dünyanın pek çok ülkesindeki kamu otoriteleri ‘sosyal medya’ araçlarıyla ilgilenirken çifte standart bir yaklaşıma sahiptir. Bir taraftan mesajlarını kamuoyuna iletmek, tutumlarını göstermek ve kararlarını savunmak ve belki de dışarıdaki ve içerideki düşmanlarına karşı verdiği mücadelelerde ve kışkırtmalarda bu araçları kullanırlarken, bir taraftan da kendi çıkarlarına dokunduğu, kendisine yönelik muhalif söylemleri ve performans eleştirilerini yaydığı zaman bu araçlara karşı kısıtlayıcı önlemler alıyorlar.
Bu çifte standart yaklaşımından ötürü bu araçların dünyası karmaşık bir hal aldı. Bu araçlar baskı altında kalıyorlar, performansları çarpıtılıyor ve aynı zamanda çalışmaları için öz örgütlenmeyi güçlendirme çabaları boşa gidiyor. Tutarsız çalışma kararları verme eğilimleri derinleşiyor. Hizmetlerini hem kamu güvenliğini hem de ifade özgürlüğünü koruyan kurallara uygun olarak idame ettirmek için meri kaideler oluşturma yeteneklerini kaybediyorlar.
Örneğin geçtiğimiz 10 yılda ‘sosyal medya’ dünyasını bölgedeki siyasi projelerinin hedeflerine hizmet etmesi için oldukça profesyonel bir şekilde kullanan ve bu araçları iktidar partisinin iç savaşlarında, muzaffer seçim turlarında, zorlu sıkıntılarında ve liderlerinin zihinlerdeki parlak imajını inşa etmede ustaca kullanan Türkiye hükümeti, bugün bu araçlara daha fazla kısıtlama getirmenin yollarını arıyor ve katı önlemler almakla tehdit ediyor.
İki gün önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘ülkenin temel değerlerine zarar veren’ içerikler yayınlamaları halinde medyaya karşı önlemler alma tehdidinde bulundu. Gözlemciler hükümetin Türkiye'deki kitle iletişim araçlarının yaklaşık yüzde 90'ını kontrol ettiği göz önüne alındığında, bu açıklamada özellikle ‘sosyal medyanın’ hedef alındığını ileri sürdüler. Ayrıca bu tehdidin, 2016'daki başarısız darbe girişiminden bu yana ciddi kısıtlamalara maruz kalan medya sektörüne daha fazla sansür uygulanmasının başlangıcı olduğunu söylediler.
‘Temel değerler’ ifadesi, birçok ülkede teorisyenler ve hükümet erkanı arasında her zaman büyük bir tartışma konusu olmuştur. Zira yetkililer, genellikle bu değerleri tanımlarlarken çıkarlarını korumalarını ve rakiplerine zarar vermelerini sağlayacak şekilde çifte veya çoklu standart bir yaklaşıma sahip olmakla suçlanıyorlar. Genellikle bu medyaya pahalıya patlıyor. Örneğin Almanya'da şu anda hükümetin, mesajlaşma uygulaması Telegram'a yönelik tutumuyla ilgili tartışmalar dönüyor. İçişleri Bakanlığı, bu uygulamanın radikal düşüncelere sahip kişiler için bir medya aracı haline geldiğini öne sürüyor. Bakanlık planlarının, uygulamanın işletmecilerine ‘nefreti teşvik eden’ içerikleri kaldırmaları için baskı yapma konusunda başarısız olması durumunda uygulamaya tamamen yasak getirilebileceğinden bahsediyor.
Almanya'nın buradaki tutumu, uygulama Rus hükümetinin performansına ışık tutmak ve örneğin insan hakları dosyalarında Moskova'ya atfedilen bazı ihlalleri ‘ifşa etmek’ için kullanılırken bu uygulamayı desteklemekten ve savunmaktan farklı. Bu bağlamda medyanın özgürlüğünü savunanlar, Almanya hükümetinin bu konudaki çelişkili tutumunu şu soruyla eleştiriyor: “Bu noktada biz uygulamayı engellemeye çalışırken, uygulama İran ve Belarus’taki ihlalleri ifşa etmek için kullanıldığında nasıl oluyor da övülüyor?”
Fransa'da tamamen buna benzer bir şey yaşanıyor. Genel olarak medya özgürlüğünün korunması ve hatta bazı üçüncü dünya ülkelerine bu özgürlüğü ihlal edebilecek önlemler aldıklarında baskı yapılması gerektiği vurgulanıyor.
Eleştiri alan bu önlemlere örnek olarak şunlar verilebilir: Aktivistleri Filistin davasının desteklenmesi için İsrail ürünlerinin boykot edilmesini teşvik ettikleri için suçlu bulan mahkeme hükümleri, ‘İslamofobi’ye karşı savaşan dernekler tarafından yürütülen bazı medya faaliyetlerinin ayrılıkçılığı ve siyasal İslam'ı teşvik ettiği gerekçesiyle yasaklanmasına yönelik kararlar ve tabi ki ‘antisemitizm’ olarak sınıflandırılan faaliyetlerin yasaklanması ve suç sayılması.
Bu, tabi ki Fransız hükümetinin ‘ulusun hayati değerleri’ olduğuna inandığı şeyleri belirlemesinden kaynaklanıyor. Örneğin hükümet, zarar verici karikatürlerin yayınlanmasından söz ediliyorsa, düşünce ve ifade özgürlüğünün korunması ve yüksek önceliğe sahip olması gerektiğine inanıyor. Ancak insanlar, ‘sosyal medya’ üzerinden hükümet yetkililerinin performansını eleştirdikleri için ‘kamu görevlilerine saygısızlıktan’ suçlu bulunduklarında bu değer kaçınılmaz olarak azalacaktır.
‘Sosyal medyanın’ herhangi bir ulusun hayati değerler sistemi üzerinde açık ve güçlü bir etkisi olduğu gerçeği inkar edilemez. Hiç şüphesiz bu değerlerin korunması herhangi bir hükümetin ilk sorumlulukları arasında yer alıyor. Ancak sorun, hükümetlerin bu araçlara yaklaşırken ve bu değerleri korurken çifte standart uygulaması ve böylece meselenin, siyasi ve ahlaki bağlılık aleyhine dar ve doğrudan çıkarlar elde etmeyi amaçlayan fırsatçı bir uygulamaya dönüşmesi.