Hüda Huseyni
Lübnanlı gazeteci-yazar ve siyasi analist
TT

Hizbullah, Lübnan'ı başka bir İran'a çeviremeyecek

16 Mayıs 1916'da İngiliz diplomat Sir Mark Sykes ile Fransız meslektaşı Georges Picot,  isimleriyle bilinen ünlü anlaşmayı imzalamak için İngiliz Dışişleri Bakanlığı binasında bir masaya oturmuşlardı. Arkalarında Fransa’nın Saint James Sarayı’ndaki (ç.n:İngiltere Kraliyet Sarayı) Büyükelçisi Paul Cambon ve dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Anthony Gray oturuyordu. Dışişleri Bakanı imzanın ardından kadehini kaldırarak ‘Önümüzdeki 100 yılın yeri ve geleceği için sıkıntılı olan bu anlaşmaya kadeh kaldıralım’ demişti.
Anlaşma 3 sayfadan oluşuyor ve 12 madde içeriyordu. Ek olarak da Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra kurulacak, Fransa ve İngiltere'nin kontrollerini paylaştığı yeni oluşumların sınırlarını temsil eden düz geometrik çizgilerin çizildiği bir harita. Çizilen sınırlar nehirleri, dağları ve nüfus çeşitliliğini hesaba katmadığından, oluşumlar aralarında birçok tarihi çatışmanın yaşandığı ve birbirine düşmanlığı olan farklı grupları, ırkları ve mezhepleri bir araya getiriyordu.  Bu, eski sömürge ülkeleri için bir rahatsızlık kaynağı değildi, aksine anlaşmazlıkları ve çekişmeleri körüklemek, ardından ayırmak için müdahale ederek kontrolünü pekiştirmek için bir enstrümandı. Bu, eskilerin ölümünden ve yeni süper güçlerin doğuşundan, yeni oluşumlar içindeki toplumsal çatışmalar üzerine oynayarak genişlemeyi ve kontrol etmeyi amaçlayan bölgesel güçlerin ortaya çıkmasından sonra bile devam etti.
Buna belki de en iyi örnek Lübnan'dır. Küçük ülkede toplumsal bölünme mezhep temellidir ve metinler bunun geçici ve kademeli olduğuna işaret etmesine rağmen, anayasasında mezhepçilik kökleşmiştir. Mezhepçilik cehennemi döngüsünden çıkmak için herhangi bir ciddi çaba da olmamıştır. Bu nedenle Lübnan’da bireylerin devlet yerine mensubu oldukları mezhepten koruma, istihdam, tıbbi bakım ve eğitim hizmetleri aldığı mezhep mensubu olma yaklaşımı bugüne kadar devam etti. Mezhepler ise genellikle güçlerini yurt dışından aldılar, yabancı ülkelerin ülke işlerine müdahale etme ve siyasi kararları kontrol etme gücü de buradan geldi. Lübnan, bağımsızlığından bu yana mezhepsel bölünmeler yoluyla sızan birçok müdahaleye sahne oldu. Örneğin; Nasırcı Arap milliyetçiliği dalgası, silahlı Filistin varlığı, ‘Arap Caydırma Güçleri’ adı verilen yapı, ardından Taif Anlaşması ve İsrail işgali ile yasallaştırılan Suriye müdahalesi. Bugün ise Lübnan, bir mezhep aracılığıyla içine sızan İran projesinin pençesinde. Ne var ki İran projesi, Lübnan fikrine ve mahremiyetine dokunmayan diğer projeler gibi değil, dünyanın kuruluşundan beri bildiği şekliyle Lübnan'ı ortadan kaldırıyor. Para, eğitim, tıp, ticaret ve turizm merkezi olarak varlığını sürdürmesiyle ilgili diyalog ve anlaşma yoluyla dini gruplarının asgari düzeyde de olsa bir arada yaşamasını temel alan ülkenin tüm özelliklerini yok ediyor.
İran projesi, para, eğitim, sağlık, ticaret ve turizm merkezi Lübnan’ın sona ermesine büyük katkı sağladı. Bunu inkar da etmiyor, aksine Lübnan kolu Hizbullah yoluyla kendi görüşüne göre bir gece kulübü, ahlaksızlık ve fuhuş mekanından başka bir şey olmayan eski Lübnan'ın sona erdiğini söylüyor. Şimdi Lübnan’ı İsrail ve ABD’ye karşı direniş, dünyadaki mazlumların desteği için bir platform haline getirmekle övünüyor. İran projesi, yapıyı yıkmayı, kendi koyduğu ve sadece kendi iradesine ve çıkarlarına tabi olan temeller üzerinde yeniden inşa etmeyi amaçlıyor. İran devletinin kontrolü ele geçirdiği her yerde bu tekrarlanıyor, nitekim Suriye, Irak, Yemen ve Gazze'nin durumu daha iyi değil. Gazze'de Tahran'ın Hamas’ı nasıl bir İran versiyonuna dönüştürmüş olduğu dikkatleri çekiyor. Bilindiği üzere Hamas, Pazar günü ‘geçtiğimiz günlerde yapılan açıklamalara, Filistin arenamızda Arap ve Körfez ülkelerine karşı atılan sloganlara cevaben’ şeklinde başlayan bir açıklama yayınladı ve şunu ekledi: "Saygı duyduğumuz ve takdir ettiğimiz Arap ve İslam halkları ve ülkeleri başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülke ve halklarına açılım politikasını benimsiyoruz!” Bu, gerçekten komik, Hamas sanki Arap değil de Farslı bir grup.
Ancak çeşitli nedenlerle İran projesinin orta ve uzun vadede başarılı olması konusunda büyük şüpheler var. Bunların en önemlisi, İran'ın trajik iç ekonomik ve sosyal durumu, İran rejiminin karşı karşıya olduğu çok sayıda uluslararası çatışma, ayrıca toplumların İran'ın fikirlerini ve kibirli davranışlarını kabul etmemesi. Bunlar projenin başarıya ulaşmasını zorlaştırıyor.
Bununla birlikte, İran'ın toplumları kurcalamasının, boyutları Sykes-Picot Anlaşması kapsamında meydana gelenlerden uzak olmayan sonuçları var.
İran'ın ihanetinden kim güvende olabilir? Mukteda es-Sadr, kendisine bağlı grupların son sözü söyleme hakkına sahip olacakları bir hükümet kurma emrine boyun eğmeyi reddettiği için işbirlikçileri tarafından Bağdat Havalimanına yapılan saldırıları, İran da kınadı. Şimdi de uyuşturucu kaçakçılarını kullanarak ve Ürdün’ün Körfez ülkeleriyle ilişkilerini sabote ederek tahribatını Ürdün’e doğru genişletmeye çalışıyor. Ama Ürdün uyuşturucu kaçakçılarının birçoğunu öldürerek iyi yaptı. İran önce işbirlikçilerini harekete geçiriyor ardından yüzünü diğer tarafa dönüyor. Ancak Yemen’de Şebve’nin düşüşü tüm planlarını bozdu. Zira işbirlikçileri aracılığıyla Arap ülkelerini yok ettikten sonra, şimdi önünde sadece Körfez ülkelerini ve özellikle de Suudi Arabistan'ı tahrip etmeye çalışmak kalmıştı. BAE'nin kendisine iyi niyet göstermesine ve iyi komşuluk arzusunu ifade etmesine rağmen, İran, Husilerin Marib'de aldığı yenilgiyi kabul edemedi. Bu yüzden harekete geçti ve Husiler aracılığıyla BAE'yi istikrarsızlaştırma girişiminde bulundu.
İran, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan'daki milislerini ve terörist grupları harekete geçirme gücünü kanıtlamak istiyor. Viyana'da Batı ile ikili bir oyun oynuyor. İşin gerçeği Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın kararlarıyla Suudi Arabistan'ın benimsediği yeni açılım, ülkenin kapılarını turistlere, yatırımlara ve girişimlere açma politikası İranlı yöneticileri kızdırdı ki bu durumda Hasan Nasrallah'ın neden sabah akşam Suudi Arabistan’ı hedef alan açıklamalar yaptığı da anlaşılıyor. Ortadoğu bölgesinin iki büyük ülkeyi taşıyamayacağına, ya İran ya da Suudi Arabistan'ın büyük ülke olması gerektiğine halen bahse girenler var. İran rejimi turizme büyük umut bağlamıştı ama işte Suudi Arabistan, İran tehditlerini umursamayarak dünyanın her yerinden turistleri kendine çekiyor. İranlı bir kaynak bana İran'ın Suudi Arabistan’ın turizm alanında kendisiyle rekabet etmesine izin vermeyeceğini söylemişti. Bu nedenle İran, Yemen'i karıştırdı, ancak bu savaşın Yemen halkına – İran ne zaman Arap halklarının hayatını önemsedi ki - ve Suudi Arabistan'a maliyetine rağmen, Suudi Arabistan ekonomik, finansal ve turizm programını sürdürmeyi bildi. Buna karşılık, Arap yetkililerin halkları ve başarıları için korkuları dışında, artık kimseyi korkutmayan yetkililerinin ve işbirlikçilerinin tüm tantanasına rağmen, İran’ın elleri kolları boykotlar ve istenmeyen terör devleti olması nedeniyle bağlı kalmaya devam etti.
Bu nedenle ve dürüst olmak gerekirse, İran rejimi ve onun Husiler, Hamas, Hizbullah ve diğer teröristlerden oluşan vekilleri var olduğu sürece, Ortadoğu'da istikrar olmayacağı kabul edilmeli. İran, Batı ile nükleer anlaşması konusunda bir anlaşmaya varsa bile, dünya, İran için maddi ve insan kaynakları açısından külfetli olmayan daha fazla tehdit beklemeli. Gerçekçilik budur. İstenen İran’ın yöntemlerinde bir değişikliktir ve bu olmayacak, çünkü değişim rejim değişikliği demektir. Eğer dünya İran ve Arap halklarının kaderi ve onların istikrarı ile ilgileniyorsa olması gereken de budur. Zira şimdi de İran, tarihleri boyunca hiç bugün olduğu kadar anlaşmayan Rusya ve Çin ile ittifak kurmaya çalışıyor.
İran'ın Lübnan'daki rolüne geri dönecek olursak, diğer şeylerin yanı sıra, Hizbullah'ın tutum ve eylemlerine baktığımızda, Lübnan'ı İran rejimine muhalif Arap ülkeleriyle nasıl doğrudan karşı karşıya getirdiğini görürüz. Kurulduğu günden itibaren ülke tarihinde bu hiç olmadı. Bu, ülkenin kimliğini ve tarihini feshetmenin yanı sıra, zor zamanlardan geçtiği bir zamanda ülkenin temel direklerinden birinin kaybedilmesine yol açtı. Arap kardeşlerine ihracat yaparak geçinen Lübnanlıların çıkarlarını zarara uğrattı. Farslıların emriyle ülkeyi Arap ülkeleriyle karşı karşıya getirme politikası, Kuveyt Dışişleri Bakanı Ahmed Nasır el-Muhammed el-Sabah'ın adıyla anılan girişimi ortaya çıkardı. Girişim, Lübnan'dan, geçtiğimiz Pazar günü sona eren süre içinde bir dizi soruya net yanıtlar ve pozisyonlar sunmasını istedi. Bu da kendisini bir girişimden ziyade bir uyarı yapıyor.
Bunlara ek olarak, Hizbullah yoluyla İran, Lübnan’ın savaş ve barış kararını da ele geçirdi. İşte Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, iradesini dayatmak için silah kullanmakla tehdit ediyor.  Bir yargıç görevini yerine getirdiği için öfkeli ve gergin bir şekilde bağırıp çağırıyor. Ona boyun eğdiremediği için (kullandığı dil ne kadar ince) kendini kaybediyor. ‘Efendisi, lideri ve hamisi Veliyy-i Fakih’in isteklerini yerine getirmekle’ yükümlü olduğunu gizlemiyor. Bunlar, Lübnan’dan geriye kalanları ve çıkarlarını korumak için Lübnan'da ana devletten ayrılma çağrısında bulunan seslerin yükselmesine yol açtı. Keza öldürme, baskı, mevkilere hakaret, tabulara saldırı, bizzat Arap Lübnan Şii çevresinin sindirilmesi, Veliyy-i Fakih yönetimine dayalı, ait olmadığı bir Fars kültüründen uzaklaşmak için de.
Sykes-Picot'un imzalanmasından sonra 5 oluşum kuruldu; Lübnan, Suriye, Filistin, Ürdün ve Irak. İngiltere, Filistin'i Yahudiler için bir vatan yapmayı kabul etti ve İsrail devleti kuruldu, Filistin halkı yerinden edildi. Diğer oluşumlara gelince, hiç istikrar içinde yaşayamadılar. Özlerinde var olan ve önemsiz bir ideolojik örtü, sürekli yalan sloganlar ve yanlış bilgilerle kamufle edilen etnik, dini ve kabile anlaşmazlıkları alevlenip durdu.
Eylül 2013'te Washington Post, Suriye'deki olayların patlak vermesinden sonra bölgenin geleceği hakkında derinlemesine bir analiz yayınlamıştı. Analiz 9 etnik ve mezhepsel varlığın ayrılmasıyla 5 devletin 14 devlete dönüşmesini gösteren bir harita da çizmişti. Daha sonra bununla ilgili prestijli Amerikan araştırma merkezleri tarafından birkaç makale yayınlandı. Foreign Policy dergisindeki yazısında Amerikalı araştırmacı Steven Cook, bu makalelerin söylemeye çalıştıklarını, çatışmaların çözümünün bileşenlerini koruyacak, kaygı, aşırılık ve şiddeti ortadan kaldıracak oluşumların ortaya çıkması olduğu şeklinde özetlemişti.
Yakın gelecekte Arap dünyası Sykes-Picot'nun sonuna tanık olabilir. Ama alternatifi karanlık ve güvensiz görünüyor. Bilhassa İran rejimi başta olmak üzere oluşumların içerdiği grupların işlerine karışanların, Sykes ve Picot’un sahip oldukları ve bir asırdan fazla bir süredir geçerli olan bir anlaşma ortaya çıkarmalarını sağlayan net ve gerçekçi bir vizyona sahip olmadıkları göz önüne alınırsa.