Emel Abdulaziz Hezzani
Suudi yazar
TT

İlkelerin çöküşü ve kolektif başarısızlık

Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Wolfgang Ischinger, küresel sorunların çözümünde ‘kolektif bir başarısızlıktan’ söz etti. Ischinger 14 yıllık başkanlığı süresince, dünyadaki farklı krizlerin çözümünde başarısız olduklarını itiraf etti. Başkana katılmamak elde değil, işte önümüzdeki örnekler; iklim krizi, Ortadoğu'daki çatışmalar, Avrupa'daki anlaşmazlıklar, Çin'le ilgili kaygılar, Rus saldırganlığına dair endişeler, aşı ve gıdanın adaletsiz dağılımı, Afrika’daki darbeler ve milis güçler arasındaki çatışmalar, insan haklarında uygulanan çifte standartlar. Tüm bu önemli meselelere uluslararası çözümler bulunamadı.  
Birçok uzman ve düşünür, özellikle stratejik bölgelerden geri çekilme kararı almasıyla birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya egemenliğinin sonuna yaklaşıldığını düşünüyor. Çin hem ekonomik hem de askeri olarak ABD ile rekabet halinde, Rusya ise Avrupa kapılarına dayanmış durumda. Dünya ülkelerinin politikalarını yönlendiren, eğitim ve teknolojik gelişmede öncül role sahip olan ABD yönetimi, karizmasını kaybediyor mu?  
Şunu kabul etmeli ki, tarih boyunca büyük güçlerin coğrafi olarak genişlemelerine olanak sağlayan şey, ekonomik ve askeri olarak güçlü olmaları, dolayısıyla kendi sistemlerini daha zayıf ülkelere dayatmalarıdır. Basitçe bu, yürürlükte olan kuvvet denklemidir. Aslında ABD hala bu şartları taşımaktadır, fakat en büyük sorunu, ülkenin ‘kurucu babaları’ tarafından oluşturulan etik ilkelere ve prensiplere olan bağlılığının zayıflamış olmasıdır. ABD’nin müttefiki olan bazı Avrupa ülkeleri ise çıkarları doğrultusunda, yani şartlı olarak bu ilkelere bağlı görünmekteydi. Bu ülkeler, ABD gibi bir güce sahip olmadıklarından evrensel adalet ilkelerine hala bağlılarmış gibi davranmaktaydı.
Sosyal adalet, insani ilkelerin uygulanmasında dürüstlük, insan haklarını içtenlikle savunmak, ne pahasına olursa olsun dünya barışını gözetmek... Bunların hepsi, özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra, galip gelen ülkelerin gözetmeyi taahhüt ettiği ‘insanın onurlu bir yaşam sürme hakkı’ ile özetlenebilecek medeni ilkeler bütünüydü. Ancak son zamanlarda bu ilkelere olan bağlılığın sahteliği daha fazla gün yüzüne çıkmaya başladı. İnsan hakları ve etik görevlerin propagandasını yapma hususunda öncü rol üstlenen ülkelerin, bu şiarları kendi çıkarlarına ulaşabilmek gayesiyle kullandığı anlaşıldı. Oysa geri kalmış ülkelerdeki insanlar on yıllardır, Batı’nın ilerlemesinin bu insani ilkelere bağlılığı dolayısıyla mümkün olabildiğine inanmaktaydı. Ancak gerçekler bunun doğru olmadığını gösterdi.  
Örnek vermek gerekirse, Kanada iç iç ve dış politikalarında insan haklarını ön planda tutan demokratik bir ülkedir. Bununla birlikte son zamanlarda Asya ve Afrika'daki birçok ülkenin iç işlerine müdahale etme ısrarı nedeniyle ilişkilerin kopma aşamasına gelmesine neden olmuştur. Kanada bu müdahalelerini, insan hakları çerçevesinde gerçekleştirdiğini iddia ediyor. Devletler için ‘egemenlik’ en hassas meseledir. Buna karşın Kanada, müdahalelerinin iticiliğine ve kışkırtıcı etkisine bakmadan, çocukça diyebileceğimiz bir şekilde ‘insan hakları’ adına karşısındaki devletlerin adeta onurunu kırıyor. Daha sonra, çıkarları uyarınca bu ülkelerdeki kimi siyasi çevreleri desteklemek için bu müdahalede bulunduğu anlaşılıyor. Tabi bu sadece Kanada ile sınırlı değil, çoğu Batılı ülke çıkarlarını öncelemek adına evrensel ahlak kurallarını hiçe sayabiliyor.
Dolayısıyla Kanada yönetiminin, barışçıl aşı karşıtı protestocuları aşırı güç kullanarak bastırması şaşırtıcı değildi. Korona aşısı olmak istemeyen göstericileri destekleyen yaşlı bir adamın nasıl darp edildiğine tüm dünya şahit oldu. Aşı karşıtı protestolar nedeniyle ABD-Kanada arasındaki ticaret hacminin düşmesi üzerine, Kanada hükümeti olağanüstü hâl ilan etti. Başbakan ordu güçlerini hazırladığını duyurdu, gösterilere katılan memurları görevlerinden atmak için soruşturma başlattı, sosyal medya hesaplarını takibe aldırdı ve seyahat yasağı getirdi. Bir süre sonra ise Koronavirüse maruz kaldığını ileri sürerek ortadan kayboldu. İşin ilginç yanı, insan hakları örgütlerinin sivillere yönelik şiddet karşısında sus pus olmasıydı. Hiçbir devletten sivillere yönelik şiddet dolayısıyla kınama gelmedi. Kimse Kanada devletini kendisine hâkim olmaya davet etmedi. Sadece Joe Biden, Kanada’yı yolları açık tutması noktasında uyardı.  
ABD Başkanı Thomas Jefferson, "Bir şey yaptığınızda, tüm dünya sizi izliyormuş gibi davranın" demişti. Bu sözüyle, başkalarının hakkımızdaki izlenimlerinin, eylemlerimizi iyileştirmemize katkı sağlayacağını ifade etmekteydi. Her yıl onlarca başkan ve başbakan, dünya güvenliğini ilgilendiren meselelere dair birbirlerini dinlemek üzere Münih Güvenlik Konferansı’nda toplanır. Ancak bu son toplantı bir ifşa özelliği taşıyordu. Koronavirüs salgını, uluslararası toplumun insanlığın hizmetinde olmadığını ortaya çıkardı. Liderlerin, ‘insan onurunu hiçe sayan politikaların’ esiri olduğu anlaşıldı.  
Münih Konferansı savaş tamtamları çalarken toplanıyor. Acaba savaş nerede yaşanacak? Ukrayna mı? İran mı, Somali mi, Sudan mı, Libya mı, yoksa Mali mi? Tüm bu bölgelerde askeri cepheleşmeler yaşanıyor ancak Batı medyası sadece Ukrayna’ya odaklanıyor. Batı ülkeleri Ukrayna’ya silah gönderip kendilerini koruyabilmeleri için sivillere dağıtıyor. Saçma nedenlerden ötürü bir savaş suçu işlenmek üzere, oysa istenirse savaşın önüne geçilebilir.  
Özetle ifade etmek gerekirse, yerel veya uluslararası meseleleri ele almadaki ahlaki çelişki, çoğunluğu temsil eden basit insanları hayretler içinde bırakıyor. İnsanlar sürekli olarak tetikte olma ihtiyacı hissediyor, nitekim bu ahlaki çelişkilerin ilk kurbanı maalesef onlar olacaktır.