Abdulaziz Tantik
TT

Yol göstericiliğin mahiyeti…

İnsanların anlam arayışında ve kendi yaşamlarını belirlerken çizdikleri yolun niteliği bağlamında sahih ve sahici bir çizgiyi oluşturmanın imkânı nedir? Farklı yol göstericilerin varlığı bir yanlış anlamaya mı dayanmaktadır, yoksa her yol göstericinin kendisine dair bir gerçeklik zemini mi var? Bu yol göstericilerin hem farkı ve hem de yaşamın hangi boyutuna tekabül edeceğini belirlemek ve bu tekabül ettiği boyutun yol göstericilik bağlamında hangi anlama işaret edeceğini düşünmek elzem değil mi?
Yukarıdaki sorular eşliğinde meseleyi ele almakta yarar var.
Anlam ve yol, güzergâh ve takdir edilmiş bir yöntemi dikkate aldığımızda ele almamız gereken ilk şey; anlamın ve yolun sahip olduğu değer ve insanın bu değer ile ilişkisi bağlamında yaşamına katacağı nitelik veya niceliğin etkililiği ve mahiyetini doğru bir zeminde ortaya koymaktır. Anlam, mahiyet itibarıyla insan ve yaşam için temel bir konumu ihtiva eder. Bu yüzden insanın anlam üzerinden kendi geleceğini inşa ederken sahip olacağı şahsiyeti de anlama bina eder. Anlam, aynı zamanda hangi yolu tercihe kapı aralar. Anlamsız bir yolculuk, insanı sadece kendisine karşı yabancılaştırmaz, varlığa karşı da yabancılaştırır. Bu yüzden anlam ile yol birbirini tamamlayan ve bütünleyen özelliğe sahiptir. Değer ise, anlama dayalı olarak yolun niteliğini belirgin kılar. Bu yüzden anlam ve yol doğal olarak bir değeri açığa çıkartır. Değer ise yolculuk esnasında insanın ilişkisinin mahiyetini ve varlığını izhar eder. Yani insanın soyut ve somut dünyasında bir karşılık bulur.
Tarih boyunca anlam arayışı her zaman insanın birincil özelliği olmuştur. İnsan, bir anlam arayışını açığa çıkartırken, bazen şartlarla mücehhez bir oluşu inşa eder, bazen de kendisine sunulan şeye kapılarak, onun önüne sereceği fırsatlara kapılır. Seçimi de bu çerçevede gerçekleşir. Şart bağımlı her anlam arayışı kendi içinde sorunlu bir yapı oluşturmuştur. Şartların tarihsel zeminde sürekli bir değişime açık olduğu gerçeği, şart bağımlı anlam arayışının da sürekli bir değişime uğradığını söylemek mümkün! Bu yüzden anlam arayışları, toplumda özel bir statü algısı üretmiş, anlamın izahını yapan kişiler; büyücü, kâhin, din adamı gibi tanımlamalar ile belirtilmiştir. Bazen de yeni anlam arayışları öne çıkarılmış, mevcut toplumsal yapıdaki değerlerin oluşturduğu olumsuzluğu giderme bağlamında yeni görüşler öne çıkmış veya yeni bir yöntem üzerinden farklı bir anlam, yol ve değer önerisi revaçta olmuştur. Bu yeni yöntemin üzerine bina edildiği şey ise akıl ve felsefe/filozof olarak öne çıkmıştır. Bilimde ise, bilim adamı rolü öne çıkmıştır. Sezgisel boyutta ise büyü, kâhin ve din adamı öne çıkar. Sezginin kendi içinde farklı tanımlamalara yol açması, sezgisel olanın kendi doğası ile ilişkilidir.
Meseleye bir Müslüman olarak baktığımızda ise; önümüzde tek seçenek kalmaktadır: vahiy… Allah, insanı yalnız bırakmadığı gibi, yeryüzü serüveninde ona yol göstericilik yapacak bilgi ile donatılmış kendisinden olan birini Resul olarak seçerek göndermiştir. Bu Resul, insanlara doğru yolun koordinatlarını sunmuş, anlamı izhar etmiş, değerin niteliğini belirginleştirmiş ve yolda güvenli bir yolculuk için gerekli olan yasayı; yasağı ve serbest alanı belirlediği gibi, neler yapılması gerektiğini, emir ve nehiyleri ile bildirmiştir. Serbest alanda kişinin kendi yolculuğunun öznel yapısını kurmasına imkân tanıyarak onun imtihanını nasıl vereceğini kendisine bırakmıştır. Böylece kendi yolculuğu esnasında kendi değerini ortaya koyacak ve iradesini gösterecek bir zemine bütün insanlar sahip olabilmiştir.
Resul, aynı zamanda uygulamada dikkat edilmesi gereken ilkeleri, uygulamadaki temel konuları ve bu temel konuların hangi zemin ve şartlarda yerine getirilmesinin bilgisini de taşımıştır. Hem örneklik eden ve hem bilgiyi sunan bir Resul, ilahi armağanın en somut göstereni olmuştur. Bu nimete sadece şükür etmekle yükümlü insan… Ama gönderilmiş bilgide somutlaşmış biçimi ile insan; zalim ve cahil özelliğini kuşanarak şükür yerine nankörlüğü tercih edebilmiştir. Bu onun imtihan edilişinin en somut göstergesidir. Böylece insan, kendi yapıp ettiği şeyler üzerinden hesaba çekilecektir.
Tekrar başa dönecek olursak eğer, anlam arayışında tarih boyunca tercih edilmiş üç yöntem olduğu bilinmektedir. Bilim, felsefe ve din. Bilim, bilinmek istenen şeyin nasıllığı ile ilgili olduğu için anlamı tam olarak açığa çıkarması beklenemez! Çünkü anlam, niçin sorusu eşliğinde açığa çıkabilecek bir durumu işaret eder. Niçin sorusuna iki yöntem cevap üretmektedir. Felsefe/akıl üzerinden cevap üretirken, din; vahiy/gönderilmiş ilahi bilgi üzerinden cevap üretmektedir. Felsefenin tarihi milattan önce altı yüzlere geri götürülebilirken, din ise, ilk insan ve ilk Peygamber olan ve insanların ilk atası olarak kabul gören Âdem (as) ile başlar.  
Batılı tarih algısını merkeze almaz isek, din önceliği olan ilktir. Felsefe ise muhtemelen, dinden arta kalan kültürün yeniden ve farklı olarak mevcut ana yöneltilmiş itirazlara ve yapılması gerekene yönelik geliştirilen önerilerdir. Yunan felsefesinin kendisine ait oluşuna yönelik geliştirilen eleştirileri dikkate aldığımızda İyonya felsefesinden tutunda Mısır ve Hint felsefesine kadar bir etkileşim yaşadığı gerçeğini buluruz. Felsefe tanımını salt yunan felsefe tanımı ile sınırlı tutmanın akıl ve mantık açısından bir karşılığı yoktur. Felsefeyi daha geniş bir tanım içinde düşündüğümüzde her kültürün kendine ait öncüller üzerinden oluşturduğu bir düşünceye sahip olduğu ve doğal olarak dine dayalı öncüllere sahip dindarların da kendilerine ait bir düşünceye ve felsefeye sahip olduğu makul olur. Ki zaten başka türlü olması beklenemez!
Din hem ilk ve hem belirleyici olandır. Ama din tabiatı gereği insana yüklediği sorumluluklar ile öne çıkar. Ve insan bu sorumlulukları kendi çıkarı ile örtüştürmeye yanaşmayabilir, farklı arayışlara yönelebilir. İşte mesele burada açığa çıkmaktadır. Her gönderilmiş bilgi, belli bir tarihsel süreç içinde yeni yorumlara maruz kalmıştır. Reel olanın baskın karakteri ile karşı karşıya kalınca insanlar, reel durumu dikkate alarak revize edebilmişler ve anlam ile yolculuğu saptırmışlardır. Ve fakat yeni bir peygamber gönderilerek bu durum yeniden ıslah edilmiş ve yenilenmiş olmaktadır. Bu temel gerçeği göz ardı etmek, farklı yöntemlerin kendi bütünlüğü içinde anlamlı varlığını anlamayı zorlaştıracaktır.
Felsefe ve din niçin’in cevabını veriyor demiştik. Felsefe akıl üzerinden bu cevaba ulaşmaya çalışıyor. Felsefe ise kadim ve modern diye ikiye ayrılmalıdır. Çünkü her iki felsefi dönemin akla yüklediği anlam farklılaşmaktadır. Ve bu durum, anlam ile yolun mahiyetine yönelik mahiyet farkını doğurmaktadır. Kadim felsefe ile din arasında temelde bir fark yok; özde bir fark var: dinin bilgi kaynağı bizatihi dinin sahibi olan Allah tarafından gönderildiği beyan edilirken, mucize ile desteklenerek diğer insanların bu ‘gönderilmiş bilginin ilahi boyutunu’ görmeleri sağlanmaktadır. Kadim felsefede de Tanrısal bir boyut taşıdığı söylenir. Faal akıl olarak betimlenen bu aklın tanrısal karakteri Sudur nazariyesi bağlamında bir konuma sahiptir. Fakat faal akıl ile kurulan ilişki öznel kaldığı gibi bunu ispat edecek herhangi bir şey söz konusu değil, güven eksenli bir yaklaşımı içeriyor. Bu boyutu ile de din ile ortak bir özelliğe sahip. Ama felsefe hep bir nakısa taşıyor din karşısında. Çünkü felsefi yolculuk, öznel ve tamamen tek yönlü bir yolculuğu işaret ederken, bir çıkışı, faal akla yükselişi işaret ederken, nübüvvet ise ilahi olanın nüzulü söz konusu, bir tercihi ve seçimi var. Bu yüzden temel bir farka gönderme yapılır. Bu durum üzerinden filozof ile peygamberi mukayese yapan metinler bulunmaktadır.
Ancak modern felsefe ve akıl, aklın alanını daraltarak, onun öznelliğini ortadan kaldırmanın, dolayısıyla aşkınlığını yok etmenin yöntemini bir ilke olarak kabul etmiştir. Aşkınlığa dair bir bilginin ispatı söz konusu olamadığı için önce ‘var ama bizi ilgilendirmez’ denilmiştir. Sonra ‘gereksiz addedilerek’, yokluğa tevcih edilmiştir. Modern bağlamı içinde felsefe ve akıl olana yönelmiş ve olandan hareketle bir yol çizmeye çalışmıştır. Ama gelinen noktada ne anlam üretilmiş ki bu batıda da artık genel kabul görmüştür. Ne de çizdiği yol, insanı mutlu ve huzuru kılacak bir potansiyeli taşımaktadır. Bilakis, insanı kendisine, aşkınlığa, başkalarına ve varlığa karşı yabancılaştırarak onu anlamsız ve gereksiz kılmıştır. Ki bunun üzerine, insan sonrasına yönelik felsefi yaklaşımlar, insanı merkezi özelliğinden soyutlayarak yaşamın merkezileşmesine yönelik ilgi ve beklentilerin felsefi yaklaşıma dönüştürme çabalarına kadar yeni arayışları tetiklemiştir.
Hâlbuki her üç yöntem insanın farklı tezahürlerine yönelik ufuk açıcı ve yol gösterici özellikler taşır. Burada neyin öncelendiği önem kazanmaktadır. Bilim, insanın içinde var olduğu yaşamın her parçasının nasıl oluştuğunu göstererek insanın bu parça ile ilişkisini sahici bir zeminde kurmasına zemin oluşturur. Yeter ki anlamı bir öncül olarak kullanma yetisine sahip olabilsin. Felsefe ise niçin üzerine cevap üretirken aklı kullanım kılavuzu olarak nesnel hale gelmiş ve genel kabule dönüşmüş dinin temel ilkelerini dikkate alarak hareket etsin. O zaman insan, felsefe üzerinden aklı yatıştıracak bir düşünce sahibi olur. İlkelerin hayata indirgenmesi bağlamında önemli bir işleve sahip olur. Soyut ve bütün üzerine kurulu ilkenin parça ile bütünleşik bir zeminde doğru bir anlama yönelmesini sağlar. İnancın açıklanabilir özelliğini keşfederek onu izah eder ve başkaları içinde dini ilkelerin anlaşılabilir zeminini kurar. Uygulamadaki aksaklıkları tespit eder ve onu gidermenin yöntemini inşa eder. Artık bu zemindeki akıl ve felsefe vurgusu bir düşünme yetisi ve din tarafından belirlenen ilkeler üzerine kurulu bir yöntemden hareketle düşünmenin sonucu oluşan düşünceye işaret eder.
Sonuç itibarıyla, anlam, dinin temel ilkelerine dayalı, düşünmenin apriori şartlarını belirleyen yöntemin ulaştığı düşünce üzerinden elde edilir. Uygulamada nübüvvetin örnekliğini eksene alan ve hikmet ile yönelen kişi hidayet/istikamet üzere bir yolculuğu yapabilir. Bu noktada nasıl cevabı ilişkinin niteliğini ve niceliğini belirlerken, felsefe ve akıl ise, ilkenin kişide bir itminana sahip olmasına zemin oluşturur. Aynı zamanda ifade etmede bir yöntemi işaret eder. Din ise hem nasıl’ın ve niçin’in cevaplarını öznel durumları da içerecek şekilde verirken, bir usul ve ilkeler demeti ortaya koyar. İşte bu ilkeler ve usul üzerinden düşünme gerçekleştirilerek yaşamı, ilişkiler ağını, varlığın konumunu ve ilişkiler ağını, insanın kendi dışındaki var olanlarla ilişkisi kadar, Yaratıcı Kudret olan Allah ile ilişkisinin temelini ve mahiyetini belirler. Bilim ve felsefe bu konuda araçsal bir zemine sahiptirler, ötesi değil!